|
| türkü hikayeleri | |
| | Yazar | Mesaj |
---|
kara şimşek Süper Üye
Mesaj Sayısı : 770 Yaş : 34 Nerden : malatya Kayıt tarihi : 21/09/08
| Konu: türkü hikayeleri Çarş. Mart 04, 2009 8:20 pm | |
| A İstanbul Sen Bir Han Mısın Ethem Paşa İstanbul'a tevliyet almaya gitmiş. Orada güzellere takılmış yedi sene Kütahya'ya dönmemiş. O zamanın kültürlü hanımlarından biri olan güzel eşi Esma Hanım bir şiir yazmış. Bu şiir zamanla türkü haline gelmiş. Abdal Musa Yaşamıyla ilgili çeşitli görüşler ileri sürülen ozanlardan biri de Kaygusuz Abdaldır. Doğum tarihi de ölüm tarihi de, öldüğü yer de, bugün bile, tartışmalı görülüyor.
Kaygusuz Abdal'ın doğum yılı ile yaşadığı dönem üzerinde dört ayrı görüş ileri sürülmektedir. Son yapılan araştırmalardan çıkarılan, ama kesin olmayan sonuçlara göre, Kaygusuz Abdal'ın yaşamını şöylece özetleyebiliriz:
Kaygusuz Abdal'ın doğum yılı 1341-42 yılından daha geriye götürülemez. Asıl adı Alayı Gaybi (Alaeddin bir Gaybi) dir. Babası Alaiye Bey'i Hüsammedin Mahmud, dedesi Alaeddin Yusuftur. Bundan, Kaygusuz Abdal'ın bir "bey ailesi"nden geldiği, iyi bir öğrenim gördüğü, ayrıca avcılık, okçuluk gibi becerileri elde ettiği, saray da yetiştiği anlaşılmaktadır.
Genç yaşında, Elmalı'daki Abdal Musa'nın buyruğuna girmiş, şeyhi kendisine "Kaygusuz" adını vermiştir. Bundan sonra da, bütün yaşamı boyunca şeyhinin yürüttüğü Bektaşilik tarikatının yayılmasında çalışmıştır. 1397-98 yıllarında Mısır'a gittiği, orada bir tekke açtığı anlaşılıyor. Daha sonra Hacca gitmiş, Suriye'yi Irak'ı dolaşmış, Anadolu'ya dönmüş, güney ve batı Anadolu'da bir süre dolaşmış, 1424-1430 yıllarında Rumeli'ye geçmiş. Edirne, Yanbolu, Filibe, Manastır'da bulunmuştur.
Kaygusuz Abdal, bir görüşe göre Mısır'da ölmüş, Mukattam Dağı'nda bir mağaraya gömülmüştür. Bir başka görüş, Kaygusuz Abdal'ın mezarının Elmalı'nın Tekke Köyü'ndeki Abdal Müsa türbesinde olduğudur. Bu türbede, şeyhi, şeyhinin annesi, kızkardeşi ve üç dervişle birlikte yatmaktadır.
Kaygusuz Abdal'ın da eğitim, öğrenim görmüş öteki tekke ozanları gibi aruzla yazılmış şiirleri vardır. Ama bunlar hece ölçüsü ile yazdıkları gibi başarılı değildir.
Kaygusuz Abdal'ın şiirlerinde beliren en büyük özellik, kaba sofuluğu, insanların eksiklerini, kusurlarını, genel yaşamdaki terslikleri, bozuklukları gizli ya da açık ama alaycı bir dille eleştirmesidir. Yergi, taşlama gücü yüksek bir ozandır Kaygusuz Abdal.
Kendisinin de bağlandığı Bektaşilik inancasına, katı kurallara bağlı bir öğretici kimliğiyle değil, gülümseten bir biçimde, daha eğlendirici, iğneleyici, eleştirici bir anlatımı yeğleyerek yayma çabasında görülüyor.
Kaygusuz Abdal'ı, özellikle yergi taşlama, gülmece türünün çok başarılı örneklerini veren, yazdıklarıyla bugün de yaşarlılığını yitirmemiş, ilgi çekici, etkin bir ozan olarak saymamız, yanlış bir yargı olmasa gerektir. Abdalın Geydiği Hırka (Şıpka) Şıpka, Rumeli'de Tuna boyunda önemli bir kalemizdi. Geçen yüzyılda Ruslarla yapılan savaşlarda Şıpka önemli savaşları ile ün almıştır. Bu türkü, bu savaşlara katılanların ağzından söylenmiştir. Abdo'nun Mezarı Bu Urfa ağıtı, Abdo ve Müslüm isimli bahçıvan iki kardeşin hazin öyküsüdür. Olay günümüzden 70-75 yıl önce yaşanmıştır. Büyük kardeş Abdo'ya anası ve babası, dayısının kızını isterler. Abdo buna razı olur. Lakin, küçük kardeşi Müslüm bu kıza yanıktır, sevdalıdır. Ailesine bu kıza kendisinin sevdalandığını ve onunla kendisinin evlenmesinin uygun olduğunu söyler. Ailede huzursuzluk çıkar iki kardeş birbirine düşman olur. Abdo bir gün bahçede yatarken kardeşi Müslüm onu öldürür. Acı Doktor (Bak Bebeğe) Emrah; Mahzuni Şerif 'in ikinci hanımı Suna'dan doğma en büyük oğludur. 1964 yılında Hacıbektaş'da Sefer Ulutaşlar'dan Bahriye Hanımın evinde dünyaya geldi. O ev bugünde olduğu gibi duruyor.
Emrah dördüncü ayını doldurduğunda Mahzuni, Hacıbektaş'tan Berçenek köyü'ne geldi ve ardından askere gitti. Mahzuni askerdeyken hanımı Suna oğulları Emrah ile birlikte Zeynel (Mahzuni'nin Babası) amcamlarda kaldılar.
Emrah bakımlı, temiz giyimli, uysal ve beyaz tenli bir çocuktu. Onu köyde kucağına alıp sevip öpmeyen kalmazdı. Birgün Emrah hastanıp ateşler için de kaldı. Biz onu hayvanlarla, o zamanlar iki Çocuk Doktorunun bulunduğu Elbistan'a yetişdirdik. Doktor tarafından hiçte iyi karşılanmamıştık.
Bu olayı tabiki mektupla askerdeki Mahzuni'ye bildirdik. İşte tüm Türkiye'nin tanıdığı ''Acı doktor bak bebeğe / Berçenekten yaya geldim'' türküsü o günkü olaya aittir. Açılın Kapılar Şah'a Gidelim Vaktiyle, Hafik ilçesinin Sofular köyünde Hızır adında bir genç varmış.O zamanlar bu köyün halkı Alevi imiş.Zamanla yoldan çıkmışlar.Onların bu durumunu beğenmeyen Hızır, köyden ayrılmaya karar vermiş, çıkmış yola.Ha şurası, ha burası derken Banaz'a kadar gelmiş.Pir Sultan'ın yanına azap durmuş.Sonra da müridi olmuş.Aradan seneler geçmiş, bir gün Hızır:
"Pirim, demiş; Sen herkese himmet ediyorsun, herbiri çeşitli makamlara geçiyor, ne olur, bana da himmet et, büyük adam olayım, ben de bir makama geçeyim."
Pir Sultan şöyle bir düşündükten sonra gülümsemiş. "Ulan Hızır ben dua ederim, belki sen de büyük adam olursun; Hatta paşa, vezir de olursun ama, sonunda gelip beni astırırsın."
Yine de duasını eksik etmemiş.Hızır İstanbul'a gidip saraya girmiş.Ağa, Kapıcıbaşı, Paşa, Beylerbeyi derken vezir olup Sivas valiliğine atanmış.Pirini unutmamış, haber gönderip huzuruna getirtmiş.Hürmet, izzet, ikram derken bir hayli de sohbet etmişler.Yemekte mükellef bir sofra donanmış.Pir Sultan yiyeceklere şöyle bir bakıp hemen geriye çekilmiş.Paşa şaşırmış.
"Birşey mi oldu pirim?". Pir Sultan, "Hızır, demiş; Bu yemeklerde zina kokuyor.İçinde yetim hakkı var, sen bunları haram para ile yaptırmışsın." Hızır Paşa "Yok pirim" dediyse de dinletememiş.Ama bir hayli de içerlemiş.Pir Sultan biraz daha ileri gidip, "Bunları ben değil, köpeklerim bile yemez.İstersen çağırayım da gör" demiş.Hemen ünlemiş, köpekler anında gelmişler.Bir tepsiye haram yemek, bir tepsiye helal yemek konmuş.Önce haram yemekler getirilmiş.Köpekler şöyle bir koklayıp geri geri çekilmişler. Arkasından helal yemeklerle dolu tepsi gelmiş.Köpekler onu da kokladıktan sonra, kuyruklarını sallaya sallaya yemeye başlamışlar.Bu hakarete çok kızan Hızır Paşa, hırsını yenemeyip pirini Toprakkale'ye hapsettirmiş.
Eh... Ne de olsa piri.Hırsı geçince bir bahane ile affetmek istemiş.Zindandan çıkartıp demiş ki:
"Bana içinde Şah'ın adı geçmeyen üç deyiş söylersen seni affedeceğim.Yok, söylemezsen kendin bilirsin" Pir Sultan "Peki öyleyse" deyip tezeneye şöyle bir dokunmuş ve,
"Açılın Kapılar Şah'a Gidelim", "Kul Olayım Kalem Tutan Ellere" ve "Karşıda Görünen Ne Güzel Yayla" adlı değişleri okumuş. (Tüm değişlerde Şah'ın adı defalarca geçiyor)
Pirini affetmeye hazırlanırken, onun hemen her fırsatta Şah'ı anması Hızır Paşa'yı çileden çıkarmış.Ne söylediğini, ne yaptığını bilemez hale gelmiş.Yanındakilere emretmiş:
"Asın bunu". Ağla Annem Ağla Bir eve, iki kardeşe bir günde çifte gelin getirmişler. Gelinlerden birisi arabadan iner inmez hastalanmış. Gerdekten daha yenge çıkmadan ölmüş. Bu ağıt onun üzerine yakılmıştır. Ağlama Gözlerim Mevlam Kerimdir Parça dört dörtlük olarak kayıtlı, son dörtlükte Abdal Pir Sultan adı geçmektedir. Ne var ki Pir Sultan Abdal hakkında yazılmış kitaplarla ilgili olarak en son, en güvenilir eser olarak gördüğümüz İbrahim Aslanoğlu'nun Pir Sultan Abdallar adlı kitabında böyle bir şiire rastlayamadık. Muhtemelen kaynak şahıs türküyü okurken, bunu kendi inancına yakın bulduğu için Pir Sultan Abdal'a mal etmiştir. Şiirin beş dörtlük olarak bir kaynakta Doğu Anadolu'da yaşamış halk şairlerinden Aşık Kurbani adına kaydedilmiş olduğunu gördük. Bizim kanaatimiz türkünün sözlerinin Kurbani'ye ait olduğu yönündedir. Ağlarsa Anam Ağlar On dokuzuncu yüzyılda İmparatorluğumuzdan ayrılmak isteyen küçük devletler yer yer ayaklanmalar çıkarırlardı. Bunlardan birisi de Karadağ idi. Anadolu Türk gençleri bir yandan çöllerde, bir yandan Balkanlarda uzun yıllar kanlarını akıttılar. Bu türkü Karadağ'a giden gencin ağzından söylenmiştir. Ah Bir Ataş Ver Çanakkale Boğazı, Nağra Burnu açıkları 4 Nisan 1953, Saat 02:15
Uzun ve yorucu bir seferden dönen Dumlupınar denizaltısı, Nağra Burnu açıklarında İsveç bandıralı Nabuland Şilebi ile Çarpıştı. Sessiz, soğuk ve bulanıktı gece. Başından aldığı şiddetli darbe ile Dumlupınar birkaç saniye içinde sulara gömüldü. Gemideki 81 kişilik mürettebattan sağ kalan 22 kişi, geminin arka bölümündeki torpido dairesine sığındı. Mahsur kalanların su yüzüne fırlattıkları telefon şamandırasıyla gemi ile irtibat sağlandı. Sağ kalan 22 kişiyi kurtarmak için herkes seferber oldu. Bu arada oksijeni idareli kullanmaları için, gereksiz yere konuşmamaları, şarkı türkü söylememeleri ve sigara içmemeleri konusunda uyarılar yapıldı. Ancak saatler süren kurtarma çalışmalarının sonunda, umutların tükendiği anda karanlıkta bekleyen 22 kişiye, herşey yine aynı sözcüklerle anlatıldı; konuşabilirler, türkü söyleyebilirler ve hatta sigara bile içebilirler. Şamandıradaki telefon hattının öbür ucundan, tüm Türkiye, denizaltıda tevekkülle ölüme yapılan hüzünlü ama başı dik türküsünü dinledi. Ah Le Yar Yücel Arzen bir Eylül ayında Bursa'da sevdiği ama karşılık bulamadığı bir kıza yazmış bu türküyü. Bursa' da "Gurbet Ufukları" adlı şiir programına katıldığında yapıyor bu açıklamayı. Ak Koyun (Gel Koyun Meleme) Bü türkü ağıt olarak çok yaygındır. Yurdun her yerinde tekkelerde, din törenlerinde, mevlitlerde çok eskiden beri söylenirdi. Evlat acısını dile getiren bu türkü on yedinci yüzyıl aşıklarından ünlü ozan Gevheri'nindir. Sonradan ozanın adı bırakılarak ortak halk edebiyatına maledilmiştir. Kuzusunu kurt kapan koyunun hikayesidir. Ak Kuğum Ablak Kuğum Karaca Oğlan, köyüne yakın bir yerde düğüne çağrılıyor. Yeğeni varmış, Göğ Yusuf, bacısının oğlu... Karaca Oğlan'ın karısına meyil vermiş. Karaca Oğlan düğüne gidince gelir, kadını kandırır. Yatarlar... Tam o sırada Karaca Oğlan'ın sazının teli kırılır. Bir bahane ile hemen kalkar. Doğru evine gelir. Bakar ki, karısı ile yeğeni yatıyorlar. Hemen kürkünü üzerlerine örter, döner.
Sabahleyin kadın, gece Karaca Oğlan'ın geldiğini anlar. Karaca Oğlan'ı çeşme başında karşılar. Namuslandığından karalar bağlamış. Karaca Oğlan'a yaklaşıp gönlünü almak ister. O zaman aldı Karaca Oğlan, bakalım ne dedi:
Ak kuğum ablak kuğum Dal burnuna kondu bu gün Menendinden sakınırdın Enginlere indin bu gün
Helkeleri ele aldın Bezirgan bunarına suya indin Gül verip menevşe aldın Dostum neler duydun bu gün
Kızlar çıktı kol kol oldu düzüldü Etim kemiğimden üzüldü Ne dedim de gün benzin bozuldu Dostum neler duydun bu gün
Böyle deyince kadın: "Her halde bilmiyor" diye Karaca Oğlan'a karşı yürür, o zaman Karaca Oğlan geri geri çekilir, yine söyler:
Fani Karaca Oğlan fani Veren alır tatlı canı Sevmediğin kara donu Karşımda geydin bu gün
Avrat yine, bir şey anlamamış diye düşünerek ona doğru gider, Karaca Oğlan yine sazı alır söyler:
Çıktım yücesine seyran eyledim Bir acayip seyranı var bu çölün Daim al üstüne geyer dibarlar Samur kürklü beyleri var bu çölün
Kıbleye bakar pınarının akışı Bülbüle hoş gelir gülün kokusu Mısr'ın haznesini değer bakışı Gözü kara cerani var bu çölün
Bülbülün figanı şol gonca güle Gülün engeli de yanında bile Yaz gelip de karışacak il ile Eğri başlı güzeli var bu çölün
Karac'oğlan der de her dem öğünen Güzel sevmedim kendi soyunan Evliyanın hırkasını geyinen Veysel-Kara bekçisi var bu çölün Ak Taş Diye Belediğim Anadolu’da çocuk, ailenin devamı için şarttır. Ayrıca bu çocuğun oğlan olması ise daha bir güzeldir. Oğlan çocuğuna bir başka değer verilir. | |
| | | kara şimşek Süper Üye
Mesaj Sayısı : 770 Yaş : 34 Nerden : malatya Kayıt tarihi : 21/09/08
| Konu: Geri: türkü hikayeleri Çarş. Mart 04, 2009 8:20 pm | |
| Yüzyıllar önce Anadolu’nun bir yerinde bir Türk Beyi sevdiği bir kızla evlenmiş. Yıllar geçmiş beyin çocuğu olmamış. Zamanla Türk boyu bu yüzden yasa boğulmuş. Beyin anası bu durumdan yakınarak “A beyimiz yarın sen bu dünyadan göçersen soyumuza kim belik edecek” demiş. Zamanla Bey’i karısının çocuğu olmuyor diye başka bir kızla evlenmek için zorlamışlar. Ancak Bey karısını seviyormuş. Karısı da bu töreye razı olmuş, hatta Bey’e yakışacak en iyi kızı kendisi aramış. Duygularını dışa vurmamış.
Zaman sonra Bey’in düğünü yapılmış. Bey evlendikten sonra Bey’in eski karısı da üzüntüden dağlara çıkmış. Kafası estiği gibi dere tepe gitmiş. Bir dereden geçerken uzunca bir ak taş bulmuş. Bu taşı kundağa sararak tanrıya bu taşa can vermesi için yakarmış. Tanrı kadının dileğini yerine getirerek ak taş’a can vermiş. Daha sonra bu olay halkın dilinde efsaneleşip türkü haline gelmiş. Akşam Oldu Gün Dolaşmaz (Yıldız) Eskiden bir yerden başka bir yere güvenlik açısından kervanlar halinde gidilir ve eşkıyadan korunmak için gece seyahat edilmezdi. Ama gece parlak bir şekilde doğan Ülker Yıldızı kervancıları yanıltır. Sabah oldu sanılarak yola koyulunur. Ancak eşkıyanın baskınına uğranılırdı. Türkü, bu ve benzeri "Yıldız Çeşitlemeleri" öyküleri anlatmak için yakılmıştır. Aksulu Osman Ağa Aksu, Burdur’a 37 km. uzaklıkta bir dağ ve orman köyüdür. Bu köyde çevrede örfüyle ünlü Hasan Çavuş ve kardeşi Osman Ağa oturmaktadır.
Bucağı keskin Osman Ağa, Kayış köyünün merasına tecavüz etmektedir. Çeşitli uyarılara kulak asmayan Osman Ağa, kızı Güssün (14 yaşında) ile Guzköy (Kuzköy)’e biber fidanına giderler. Dönüşte, Şaybalanı mevkiinde iki kişi yollarını keser. Biri Osman Ağa’ya , öbürü atına ateş ederek öldürürler.Sonra kızına bir kurşun sıkarlar. Bu kurşun, kızın boynundaki gremisi delip sırtından çıkar. Kız o anda vuranları tanır ve babasına duyurmak ister. O zaman kıza 35 kurşun daha sıkarak öldürürler.Vuranların Kayış köyü Dalle (Ömer Yiğit) ile eşkıya lakabıyla anılan Mehmet Gül olduğu anlaşılır. Bu olaydan sonra da türküsü yayılıverir. Ala Geyik Tövbe ya... Tövbe ki, tövbe! Yalnız geyik avına mı tövbe. Yoksa dağların doruklarına, kırların yeşiline, havaya, suya mı bu tövbe? Tüm güzelliklere mi tövbe. Eee ne dersin. Bir kez ecel elini atmaya görsün. Gençlik, nişanlılık, yakışıklılık para eder mi? Sebep? Sebep dizi dizi. Kimini bir çukura düşürür; kimini bir kayadan uçurur. Kimi bir yağlı kurşuna göğüs verir, kimi yele sele gider. Sonra da türkülerin diline takılır, yıllar sonrasına taşınır olay.
Öykümüz Toroslarda geçer. Toroslarda geçer ya, çukurun bitip, tepelerin başladığı; Güneyin bitip, Güneydoğunun başladığı kesiminde Torosların. "Gavurdağları" derler buradaki Toroslara. Düz ovayı geçip, Antep - Maraş yolunu tutanlar, bu dağlardan geçmek zorundadır. Zorundadır ya, geç geçebilirsen. Mübarek dağ değil, zulüm kalesi sanki. Alttan bakarsın sipsivri bir tepe. Sağına bakarsın dağ; soluna bakarsın dağ. Kıvrım kıvrım Gâvurdağı'nın tepesine tırmanmak zorundadır, bu dağı geçmek isteyenler. Bir yanından girilir dağın; döne döne tepesine gelinir. Yine döne döne inilir tepe aşağı doğru. İnilir ama sağı uçurum, solu uçurum. Sivri sivri kayalar var sağda solda. Başı döner insanın kayalara bakarken. Şöyle bir taş parçası alıp atsan aşağı, un ufak olur da, bir uçurumun dibinde dağılır kalır.
Sözün özü; şimdi yol yolak yapılıp, geçit olmuştur Gavur Dağları ama, vakti zamanında ala gözlü cerenler, çatal boynuzlu geyikler, kınalı keklikler, turaçlar cirit atarmış bu dağlarda. Kekliğin "Keklik Kayası" geyiğin "Geyik Dağı" varmış. Uçurumları, mağaraları da bir bir bilirmiş hayvancıklar.
Eee bir dağda keklik olur, ceren olur, geyik olur da, avcı el atmaz olur mu oraya? Adım başı bir uçurum olsa; ve de uçurumun sonu ölüm olsa, avcı avcılığını yapar. Düşer avının peşine. Düşer ya; eğer avcı gerdeğe girecek bir gençse; eğer nişanlısı onu gerdek odasında bekliyorsa, biraz dikkatli olmalı avcı değil mi? Ne gezer. Eğer öyle olsaydı, günümüze kadar gelen "Alageyik Efsanesi", dilden dile dolaşmaz, gönülden gönüle bir burukluk bırakıp gitmezdi.
Halil, dal gibi bir genç. Bir de atıcı ki ehh! İşi, gücü geyikler Halil'in. Sırtlandı mı tüfeğini omuzuna, ver elini Gavur Dağları. Bir gün, beş gün olsa neyse ne! Bir hafta, on gün dağda kaldığı oluyor Halil'in. Gelgelelim geride bir anası, bir de nişanlısı var Halil'in. Bir nişanlı ki, melek gibi. Halil'e de çok bağlı. Ödü kopuyor Halil dağa gidecek de gelmeyecek diye. Anası derseniz, hepten karşı Halil'in geyik avına gitmesine. Ne zaman ki Halil azığını hazırlayıp atın terkisine atar heybesini; anası yapışır yularına atın; "Ey oğul oğul. Gel vaz geç şu geyik avından. Yuva yıkanının yuvası olmaz. İflah olmazsın. Sonu iyi gelmez. Gel vaz geç. Bak baban da bu yüzden iflah olmadı. Ne yapacaksın bunca geyik postunu. Yüreğim razı değil. Atalar geyik avı tekin değil demiş. Bugün olmazsa; yarın bir iş gelir geyik avlayanın başına. Kurbanın olam oğul, terk et bu işi".
Halil'dir tutkun ava. Hiç durur mu? Atlar atma; atlar ya, anasını da kırmaya gönlü razı olmaz. "Ana, bu son olacak. Bir daha söz olsun geyik avına gitmek yok. " Bakar olacağı yok, ardından seslenir anası. "Oğul oğul. Madem ki inat ediyorsun. Bari yavru geyiklere, yavrulu geyiklere kurşun atma. Yuvalarını yıkıp, öksüz koma."
Bir yandan anası, bir yandan Zeynep. Ne kadar yalvarır yakarırlar ama boş. Caydıramazlar Halil'i geyik avından. Her seferinde "Bu son olacak. Tövbeler olsun artık geyik avına" der, sonra yine bildiğini okur Halil. Hele iyi bir av yapıp, yüklendi mi sırtına geyikleri, kınalı keklikleri; deyme keyfine. Köyün orta yerine bir ateş yakarlar. Bir ateş ki, dumanı gökleri tutar. Ne zaman ki alev biter, köz olur odun; atarlar geyikleri üstüne, bir şenlik, bir şölen. Bir hay hay, bir vay vay karışır gider birbirine. Tüm köylü birlik olup, çevirir ateşin etrafını. Güle eğlene yerler geyik etlerini. Yerler de bir yandan da Halil'in avcılığını övgülerler. "Bravo arkadaş. Şu koca Çukur'da yoktur senin gibisi" der kimi; kimi de "Zeynep sana helal olsun. İyi avcı olduğun ondan da belli" diyerek yarenlik eder Halil'le.
Ama her zaman rastgelmez Halil'in işi. Gün olur, dağ bayır dolaşır da, bir tek geyik vuramaz. Hele bir Alageyik var ki, aman aman!
Ne zaman ki, bu Alageyik çıksa karşısına, o gün hiçbir av yapamaz Halil. Alageyik dersen bir başka geyik. Kurnaz. Çevik. Canlıkanlı bir geyik bu Alageyik. Çıkar bir kayanın başına, "gel beni vur" der gibi döş verir Halil'e. Halil'dir yatar sipere. Tam nişanlar geyiği. Gez göz arpacık, demeğe kalmadan geyik kayıp! Bir de bakar ki, arkadaki kayaya geçmiş Alageyik. Döner Halil. Sürünerek yaklaşır. Yatar sipere. Ne mümkün! Kayalardan kayalara zıplar da sonunda kaybolur gider Alageyik. Halil fellik fellik kovalar Alageyiği. Sonunda yorgun düşer, uzanır bir ağaç gölgesine. Sözün kısası, Alageyiğe rastladığı gün tek kurşun atamaz Halil.
Böylesi günlerde, geyikler üstüne duyduklarını düşler bir bir. Bazı geyikler tekin değilmiş Cinler mi, periler mi geyik kılığına girer de dağdan dağa koşuştururmuş avcıları. Alageyiğe rastladığı gün Halil bu geyiğin de tekin olmadığını geçirir içinden. Bırakmayı düşünür avcılığı. Bırakmayı düşünür ya, av tutkusu kor mu tüfeğini duvara assın. Alageyiğin tekin olmadığına inanır aslında. İnanır ama, rastladığı zaman da kovup kovalamaktan geri durmaz. Önündeki kayadan kaybedip, arkadaki kayadan görünce Alageyiği, iyice inanır onun tekin olmadığına. Bir yandan da peşinden at kovar. Zeynep'in yalvarılarını en çok böylesi durumlarda ansır. Ve söylenir kendi kendine "Hele bir düğün olsun. Bırakırım avı. Zaten bu geyikler tuhaf yaratıklar. Anlamadım gitti."
Günlerden bir gün, Halil yine tüfeği omuzunda, atının sırtında tırmanmış kayalara. Bir de ne görsün, tam karşısındaki kayanın üstünde duruyor Alageyik. Yanında da bir yavru. Bir yavru ki, daha boynuzları çıkmamış. Tüyleri pırıl pırıl. Acemi. Ürkek.
Halil dar atmış kendini attan aşağı. Siperlemiş kayayı. Basmış tetiğe. Yavru debelenmeye başlamış. Tüfeğini Alageyiğe çevirmiş Halil bu kez. Çevirmiş ama, Alageyik zıplayıp kaybolmuş birden. Varmış, sırtlamış yavru geyiği, dönmüş köyüne. Dönmüş ya, anası açmış ağzını, yummuş gözünü. "Anayı yavrudan ayıran iflah olmaz. Bu son olsun, vazgeç oğul" diye yeniden yakarmış. Ne derse boş! Olan olmuş. Halil de pişmanlık duymuş aslında. Ama, ne gelir elden. Bu efsaneyi anlatanlar der ki, Halil epey bir zaman ava gitmedi. Ta ki, düğün gecesine dek. Davulların, zurnaların eşliğide gerdeğe girdiği geceye kadar, tüfeğine el sürmedi Halil. Sürmedi ama, gözü gönlü dağlarda. Kulakları geyik sesinde. İlk özlemi, Zeynep'ine kavuşmak, ikincisi de geyik avı. Bu iki özlem öylesine karışır ki bazen, koparıp atamaz birbirinden. Gün günü eskitir; özlem özlemi kamçılar. Ve gelir düğün gününe dayanır. Dayanır ki, bir yanda davullar zurnalar; öte yanda saz söz. Üç gün; üç gece sürer düğün. Erkekler bir yanda halay çekip lorke oynarken; kadınlar da kendi aralarında eğleniyorlar. Maniler söyleyip, oyunlar oynuyorlar. Dağdan taşınan odunlar, gece yığılır köy meydanına... Bir ateş yakılır; sinsin ateşi. Sonra da sinsin oynanır etrafında ateşin, güreşler tutulur.
Üçüncü günün akşamı, güvey tıraşı yapılır. Ağır ağır tıraş eder güveyi berber. Bir yandan da kabak kemane, debildek çalar çengiler. Güvey tıraş edilirken, töreler gereği herkes bir bahşiş karşılığı şişelerle kolonya serper seyircilere. Ama bu bahşiş dolgun bir bahşiştir. Güveyin yakınları, arkadaşları daha çok bahşiş atmak için yarışırlar birbirleriyle. Güveyin tıraşından sonra, sağdıçlar oturur berber koltuğuna. Onların tıraşı da törenle tamamlanır. Sonra güvey sağdıçların arasında düşer yola. Bir yandan da gençler "Atalım atalım" çeker. Karşıdan "Nereye" diye sorarlar "Herkesi sevdiğinin kucağına" diye yanıtlarlar. Hep birden silahlar çekilir, havaya kurşunlar sıkılır. Evin kapısına kadar böyle sürer bu. Sonra Halil'in sırtı yumruklanır, salınır içeriye. Gerdek odasının kapısında telli duvağıyla Zeynep ayakta beklemektedir Halil'i. Halil girer gerdek odasına; girer ya kulaklarında bir uğultu, gözlerinde bir karartı. Bir tek ses geliyor kulaklarına, geyik sesi! Hem de evin yanından geliyor ses. Halil durur. Kulak kabartır sesin geldiği yana. Basbayağı geyik sesi bu. Üç günlük yoldan duysa, tanır geyik sesini Halil. Bir durur. "Kör şeytan, kör gözüne lanet" der. Atar adımını içeri. Daha fazla gelmeye başlar geyik sesi. Dayanamaz, duvardaki tüfeğini kaptığı gibi fırlar dışarı. Zeynep'e de "şimdi gelirim" der. Ses yakından uzağa gitmeye başlar. Halil sesin peşinde. Ses Gavur Dağları'na doğru çekilir. Halil de peşinde. O gider ses uzaklaşır. Varır Gavurun Dağı'na ulaşırlar. Ulaşırlar ki, ne görsün Halil. Alageyik çıkmış bir kayanın üstüne, bakıyor Halil'e. Ayın şavkı vurmuş ki pırıl pırıl derisi. Bir de alaylı bakıyor ki Halil'e. Atar bir kayanın siperine kendini Halil. Nişanlar tüfeğini. Tam tetiğe basacak, fırlayıverir Alageyik. Kayıp! Sonra yeniden sesi gelir yakından. Varır Halil. Bakar çıkmış bir kayanın tepesine Alageyik. Kaya da kaya! Üç bir yanı uçurum. Gözü kararır Halil'in. Uçurumu görecek durumda değil. Yeniden yumulur yere. Basar tetiğe. Alageyik yığılır kalır kayanın üstüne. Halil'de bir heyecan, bir sevinç. "Hem Zeynep'e kavuştum, hem de ava", diye geçirir içinden. Bir koşu geyiğin yattığı kayaya yönelir. Tam yanına gelir Alageyiğin, atar elini ki tutsun geyiği, Alageyik fırlar ayağa. Fırlamasıyla da çifteyi sallaması bir olur Halil'e. Tüfek bir yandan, Halil bir yandan boylar uçurumun dibini.
Gerdek odasında da Zeynep bir bekler, iki bekler, bakar geleceği yok Halil'in. Koşar tüfeğin asılı olduğu duvara bakar. Tüfeğin yerinde yeller esiyor. Fırlar allı duvağıyla dışarı Zeynep. Fırlar da anlatır durumu sağdıçlara. Herkeste bir merak, bir telaş. Nerdeyse gün ağaracak, Halil yok ortalıkta. "Gerdek gecesi güvey kalır mı dışarda. Mutlaka başına bir iş geldi" derler. Köy gençleri gruplar halinde düşerler dağ yoluna. Şu tepe senin, bu tepe benim. Adım adım.
Derler ki, köy gençleri ve al duvaklı Zeynep, Halil'in düştüğü uçurumun kenarına ulaştıklarında, Halil'in sesi bir inilti gibi geliyordu uçurumun dibinden. "İp salalım çekelim yukarı" derler. Diyene kalmaz ses seda kesilir Halil'de. Zeynep'tir bir al duvağına bakar, bir uçurumun dibinde yatan Halil'e. "Sensiz dünya haram bana" der, bırakır kendini Halil'in yattığı uçurumun dibine.
O gün, bugündür bir ses gelir kayalıklardan. Uğuldar uğuldar bir türkü olur. Bu ses geyik avına tövbeler eden Halil'in yanık sesidir der duyanlar. | |
| | | kara şimşek Süper Üye
Mesaj Sayısı : 770 Yaş : 34 Nerden : malatya Kayıt tarihi : 21/09/08
| Konu: Geri: türkü hikayeleri Çarş. Mart 04, 2009 8:20 pm | |
| Bu efsaneyi, dilden dile; kulaktan kulağa ulaştıranlar birşey daha derler. Uçurumun dibindeki iki sevgilinin mezarlarının üstünde, her yılın ilkbaharında, aynı günlerde, tam seher vakti tanyeri ağarırken iki tek çiçek açar. Bu çiçeğin biri kırmızı, duvak renginde, öteki mavi açar. Tam çiçekler boylanıp, birbirine kavuşacakken, ötelerden bir geyik uçarak gelir, çiçekleri yer. Bu her yıl böyle sürer gider. Çiçekler kavuşamaz birbirine. Alacada Çorap Öremedim Vaktiyle Tokat'ın Almus kazasında güzel, ayparçası gibi bir kız varmış.Kızın adı Kıymet'miş.Kıymet'le bir genç, birbirlerini gizliden gizliye severlermiş.Bir gün kararlaştırmışlar.Genç, Kıymet'in evine gitmiş ve kızı bacadan kaçırmış.Reşadiye'nin Darudere köyüne kaçmışlar.Orada onlar gizlene dursun, beriden Kıymet'in anası jandarmalara haber etmiş.Jandarmalar bu iki aşığın peşine düşmüş ve nihayet onları yakalayıp karakola getirmişler.Delikanlıyı karakolun mahzenine tıkmışlar. Kıymet çok küçükmüş. Kızın yaşı küçük olduğu için, delikanlının cezası oldukça ağırmış. Delikanlıya bir güzel dayak çekmişler. Öyle bir dayak ki karakola çok yakın olan evlerden delikanlının ve kızın avazları duyuluyormuş. Kıymet'i de başka bir odaya almışlar.
Karakola yakın olan evlerden biri, köyden kalkıp kaymakama şikayete gitmiş. Bunun üzerine karakola gelen kaymakam ve etrafı, bu çirkin olayı yatıştırıp, kızı anasına teslim etmişler. Delikanlıyı ise hapishaneye atmışlar. Kıymet'in bakireliğini bozdu iftirasıyla delikanlı ağır cezaya çarptırılmış. Bu olay karşısında Kıymet, artık ne sevdiği delikanlının yüzüne bakabilmiş, ne de orada yaşayabilmiş, terketmiş ve kaçmış köyünden. Kıymet sonradan duyulmuş ki orta malı olmuş.
Kıymet'i çok seven anası bu olaylara çok üzülmüş ama artık çok geçmiş.İşte bu türkü Kıymet'in anası tarafından yakılmıştır. Alaylar Alaylar Top Top Alaylar Bu türkü Sinop'ta bayramlarda iki kafile halinde karşılıklı söylenir. Türkü bitince birinci kafile ikinci üzerine hücum ederek hangi isim söylenmiş ise onu alırlar. Kadınlar tarafından söylenir. Ali Molla Türküsü Zeynel Besim Sun. "Gavur İmam dedikleri meşhur Ali Molla'nın şekaveti" başlığı altında şu bilgileri veriyor:
Ali Molla'nın adı Gavur imam'dır. Bir köyde imamlık ve hocalık yapıyordu. Köyde bir de fakir ve dul bir kadıncağız vardı ki kocası ve büyük oğlu Rumeli'de çete takibinde şehit düşmüşlerdi. Kadının küçük bir oğlundan başka kimsesi yoktu. Bu kadına köy halkı yiyecek verirlerdi. Kadının yegane ümidi küçük oğlunu büyütüp kendisine bakmasında idi.
Köye bir sene evvel, sarayın sefil arzularını tatmin için gelen tahsildarla zaptiye neferi, bu kadının vergi yüzünden yatağını yorganını almışlardı. Kadın bir çul üzerinde yatıyor bir toprak tencerede aş kaynatıyor ve bir toprak çanakta oğluyla beraber karnını doyuruyordu.
Aynı köye ertesi sene de bir tahsildarla bir zaptiye geldi. Kadın da o gün toprak tenceresinde bulgur kaynatıyordu. Para istediler yok dedi. Tahsildar kızdı, zaptiyeye emir verdi. Zaptiye de ocakta kaynayan toprak tencereyi yere dökerek, tencereyi aldı. Kadın da biçare oğlu da iki gözleri çeşme ağlıyorlardı. Ali Molla, bu manzara karşısında tahammül edemedi. Tahsildara dönerek sordu:
-Bu kadının borcu ne kadardır? -18 kuruş...
Köy hocası 18 kuruş çıkarıp saydı ve makbuzunu istedi. Tahsildar o devrin Sarayı gibi mürteşi hırsızın biriydi. Makbuzu 8 kuruşluk yazıp hocaya uzattı. Ali Molla, makbuzu tetkik ederek sordu:
-Efendi, ben 18 kuruş verdim. Halbuki makbuz 8 kuruşluk. Tahsildar kızarmadı bile: -Haa... Yanlışlık olmuş. Elifini koymamışız dedi ve 8 rakamının arkasına 1 rakamı ilave etti.
Tahsildarın bu hareketi üzerine büsbütün sinir ve hırs kesilen köy imamı, kadının çocuğunu bir tarafa çekerek diyor ki:
-Sen gözkulak ol, tahsildarla zaptiyenin hangi yoldan gideceğini gel bana haber ver.
İmam kalkıp evine gidiyor, orada cübbesini sarığını çıkararak zeybek elbisesi giyiyor. Tahsildarla zaptiye de işlerini bitirerek, köyün arka yolundan şoşeye doğru düzülüyorlar. Çocuk koşarak Ali Molla'ya haber veriyor. Ali Molla kestirme patikadan şoşeye inerken pusuya yatıyor. Ali Molla pusuya düşürdüğü tahsildarla zaptiyeyi orda öldürüyor, kellelerini keserek döşlerine koyuyor ve dağa çıkıyor. Ali Molla, daha sonraları Trablusgarb'a gönderileceği gerekçesiyle hükümet görevlilerince şehre çağırılıyor. Fakat burada hileyle öldürülüyor. Alim (Uyan Alim Sabah Oldu) Sandıklı ilçesinin güneydoğusunda bir dağ vardır. Bu dağın doruklarında kar, yaz kış eksik olmaz; onun için midir bilinmez adına "Akdağ" demişler. Çünkü başı daima uzaktan bakıldığında ağarır durur. Karlarla kaplı, göğsü çimenlerle dolu bu dağa sırtını yaslamış ağaçların arasında şirin bir köy vardır. İşte hikayemizde bu köyde 1970' li yılların başında yaşanmıştır.
Bu köyde Ali adında bir delikanlı vardır. Kendi halinde işinde gücünde bir yiğittir Ali. Ali'nin gönlü birgün yakın köylerde yaşayan güzel mi güzel bir kıza düşer. Ali'nin annesi ve akrabaları kızı birkaç sefer istemeye giderler. Her seferinde de yanıt hayırdır. Bizim yabana verilecek kızımız yoktur. En son gidişlerinde cevapları yine hayırdır. İşte o zaman dünürcü kadınlardan bir tanesi "Verecekseniz verin artık yoksa biz yapacağımızı biliriz" der. Yani kızı kaçıracaklarını ima eder. O zamana kadar kızın babası böyle bir olasalığa ihtimal vermez, "Benim kızıma güvenim tamdır, eğer böyle birşey olursa düğünlerini kendi elimle yaparım" der.
Velhasıl, Ali bir geceyarısı köpek havlamaları ve silah sesleri arasında kızı kaçırır ve köyüne getirir. İşte kızın ailesi o zaman yumuşar ve barışırlar. Üç gün üç gece düğün dernek kurulur, Ali dünya evine girer ve muradını alır. İki ay sonra da askere gider, lakin amansız bir hastalık Ali'nin yakasına yapışır ve bırakmaz; düğününden altı ay sonra bu dünyadan göçer gider, geriye bu yanık ağıdı kalır. Alim Efe Türküleri 1 Alim Efe ve ailesi, bulundukları köye, yaya bir saat uzaklıktaki Teknova denen bir yere göçüyor ve yerleşiyor. Yörenin zenginleri Mustanlar, bunlara rahat vermiyor, ekip-biçmelerine izin vermiyorlar. Bu yüzden iki ailenin arası giderek gerginleşiyor. Karşılıklı yaralamalar başlıyor. Mustanlar, henüz yeni yetişen Alim'in ailesini yıldırıp kaçırtmak istiyor, onlarsa direniyorlar. Mustanlar bir gün Çağılın Dibi diye bir yerde Alim'i yakalıyorlar aralarında kavga ve çatışma çıkıyor. Alim, karşı taraftan iki kişiyi yaralıyor, bir kişiyi de öldürüp dağa çıkıyor. Karşı taraf nüfuzlu. Alim'i öldüremeyince, olayla ilgisi olmayan akrabalarından üçünü tutuklatıyorlar. Tutuklananlar arasında olayı anlatan yakını Ramazan da var. Alim'se kaçak ve dağda... Tutuklanan üç kişiye idam cezası veriliyor, fakat ceza temyizde bozuluyor. Aradan beş yıl geçiyor. Yıl 1937. Alim, Burdur'da Mehmet takma adıyla bakkallık yaparken Mustanlar'ın izletmeleri sonucu yakayı ele veriyor ve tutuklanıyor. Alim'in kardeşi daha önce Mustanlar'ca öldürüldüğü için, mahkeme ona da 24 yıl veriyor.
Alim ve arkadaşları damda yatarken, Mustanlar'dan Emin, Alim'in karısını zorla kaçırıyor. Mustanlar, "Karını aldık, ne yapacaksan yap" diye bir içeriye mektup yazıyorlar. Alim içerdeyken karısı Gökgü'nün zorla kaçırılmasına fena içeriliyor. Derken kısa bir süre sonra 15 yaşındaki yeğeni Zeyni, yengesini kaçıran Emin'i vuruyor. Zeyni de 18 yıla mahkum oluyor. Alim'in karısını bu kez Mustanlar'dan Hacı alıyor. Üstelik o da içeriye hakaret dolusu mektuplar yolluyor.
Alim, Isparta ve Burdur Cezaevlerinde yıllarca yattıktan sonra kaçıyor. Kaçma olayından bir yıl sonra köye dönüyor ve karısının öcünü almak üzere Mustanlar'dan birinin karısını ekin biçerken kocasının gözleri önünde alıp götürüyor ve Adana'da saklanıyor. Bu olay üzerine, Dinar'daki güvenlik kuvvetleri Alim'in yakınlarına büyük işkenceler yapıyorlar. Mustanlar da Zeyni'nin oğlunu Dinar pazarında arkadan vuruyorlar.
Alim, yeni karısıyla birbirlerini seviyorlar. Bir de çocukları oluyor. Ancak bir ihbar üzerine Alim'i Adana'da yakalıyor ve Dinar'a getiriyorlar. Mustanlar kadının Alim'den olma henüz birkaç günlük çocuğunu öldürüyor ve kadını da almak istiyorlar. Fakat kadın kendilerini istemiyor ve babasının evine gitmek istiyor. Kadının bütün çabalarına karşın, zorla alıkoyuyorlar.
Alim yaklaşık 10 yıllık bir tutukluluktan sonra 1950 affında çıkıyor. Mustanlar, Alim'i köye sokmak istemiyorlar, fakat o da direniyor ve türküde sık sık geçen Teknova'ya yerleşiyor. Artık hapis hayatından bıkmış, huzurlu bir hayat sürdürmek istemektedir. Fakat karşı taraf rahat durmaz, zaman zaman yola-bele pusu kurar. Alim Efe'yi vurmak isterler.
Günün birinde Mustanlar'dan 20-30 silahlı adam, Alim Efe'yi ve birkaç akrabasını çevirir, yaylım ateşine tutarlar. Onlar da karşılık verirler. Tam bir gün süren yaman bir çatışma olur. Alim Efe ve iki akrabası aralarında olay anlatıcısı Ramazan da var vurmaya değil, kaçırtmaya atarlar. Fakat ötekiler çevresini sarmış bunların. Jandarma müfrezesi de gelir olay yerine, bunlar ateş kesmek isterlerse de ötekiler kabul etmezler. Jandarma da müdahale etmez, sonunda Mustanlar'dan üç kişi yaralanıyor,içerdekiler de çemberi yarıp çıkıyorlar. Alim Efe de ayağından yaralanıyor. Böyleyken Kumlar dağına çıkıyorlar. Dağda birkaç gün tedavi ediyor ayağını, iyileşiyor.
Arkadaşlarının karşı tarafa köklü bir misilleme yapma önerisini de Alim Efe kabul etmiyor.
Olayı doğrudan gören ilçe jandarması Mustanlar'dan 15 kişiyi tutukluyor. Jandarma komutanının haber yollaması üzerine, Alim Efe ile arkadaşları da teslim oluyorlar. Jandarma Komutanı da haklılıklarını gördüğü için onlara iyi davranıyor.
Bir süre yattıktan sonra Alim Efe, Dinar Cezaevinden kaçıyor. Yeniden köyüne dönüyor. Amacı ailesine ve yakınlarına sahiplik etmek. Yurt edinmek istediği Teknova'da ekip-biçmek. Kavgada dalaşmada gözü yok artık.
Yazık ki karşı taraf yine durmuyor ve bir gün şoseye indiğinde, pusu kuran Abbas ve Habip tarafından vuruluyor. Vurulmaya vuruluyor ama vuranlar yanına yaklaşamıyorlar... Ta ki birini yanına gönderip, öldüğünü kesinlikle öğreninceye kadar. | |
| | | kara şimşek Süper Üye
Mesaj Sayısı : 770 Yaş : 34 Nerden : malatya Kayıt tarihi : 21/09/08
| Konu: Geri: türkü hikayeleri Çarş. Mart 04, 2009 8:21 pm | |
| Alim Efe'nin cesedinin ne olduğunu olayı anlatan da kesinlikle bilmiyor. Cesedi yakıp gömdükleri söyleniyor. Türküdeyse cesedin samanlıkta doğrandığı anlatılıyor.
Olayı anlatan türküde anlatıldığı gibi, Alim Efe'nin öldürülmeden nişanlandığını fakat bu konuda da gözünün açık gittiğini ekliyor. Alim Efe Türküleri 2 Alim Efe ve ailesi, bulundukları köye, yaya bir saat uzaklıktaki Teknova denen bir yere göçüyor ve yerleşiyor. Yörenin zenginleri Mustanlar, bunlara rahat vermiyor, ekip-biçmelerine izin vermiyorlar. Bu yüzden iki ailenin arası giderek gerginleşiyor. Karşılıklı yaralamalar başlıyor. Mustanlar, henüz yeni yetişen Alim'in ailesini yıldırıp kaçırtmak istiyor, onlarsa direniyorlar. Mustanlar bir gün Çağılın Dibi diye bir yerde Alim'i yakalıyorlar aralarında kavga ve çatışma çıkıyor. Alim, karşı taraftan iki kişiyi yaralıyor, bir kişiyi de öldürüp dağa çıkıyor. Karşı taraf nüfuzlu. Alim'i öldüremeyince, olayla ilgisi olmayan akrabalarından üçünü tutuklatıyorlar. Tutuklananlar arasında olayı anlatan yakını Ramazan da var. Alim'se kaçak ve dağda... Tutuklanan üç kişiye idam cezası veriliyor, fakat ceza temyizde bozuluyor. Aradan beş yıl geçiyor. Yıl 1937. Alim, Burdur'da Mehmet takma adıyla bakkallık yaparken Mustanlar'ın izletmeleri sonucu yakayı ele veriyor ve tutuklanıyor. Alim'in kardeşi daha önce Mustanlar'ca öldürüldüğü için, mahkeme ona da 24 yıl veriyor.
Alim ve arkadaşları damda yatarken, Mustanlar'dan Emin, Alim'in karısını zorla kaçırıyor. Mustanlar, "Karını aldık, ne yapacaksan yap" diye bir içeriye mektup yazıyorlar. Alim içerdeyken karısı Gökgü'nün zorla kaçırılmasına fena içeriliyor. Derken kısa bir süre sonra 15 yaşındaki yeğeni Zeyni, yengesini kaçıran Emin'i vuruyor. Zeyni de 18 yıla mahkum oluyor. Alim'in karısını bu kez Mustanlar'dan Hacı alıyor. Üstelik o da içeriye hakaret dolusu mektuplar yolluyor.
Alim, Isparta ve Burdur Cezaevlerinde yıllarca yattıktan sonra kaçıyor. Kaçma olayından bir yıl sonra köye dönüyor ve karısının öcünü almak üzere Mustanlar'dan birinin karısını ekin biçerken kocasının gözleri önünde alıp götürüyor ve Adana'da saklanıyor. Bu olay üzerine, Dinar'daki güvenlik kuvvetleri Alim'in yakınlarına büyük işkenceler yapıyorlar. Mustanlar da Zeyni'nin oğlunu Dinar pazarında arkadan vuruyorlar.
Alim, yeni karısıyla birbirlerini seviyorlar. Bir de çocukları oluyor. Ancak bir ihbar üzerine Alim'i Adana'da yakalıyor ve Dinar'a getiriyorlar. Mustanlar kadının Alim'den olma henüz birkaç günlük çocuğunu öldürüyor ve kadını da almak istiyorlar. Fakat kadın kendilerini istemiyor ve babasının evine gitmek istiyor. Kadının bütün çabalarına karşın, zorla alıkoyuyorlar.
Alim yaklaşık 10 yıllık bir tutukluluktan sonra 1950 affında çıkıyor. Mustanlar, Alim'i köye sokmak istemiyorlar, fakat o da direniyor ve türküde sık sık geçen Teknova'ya yerleşiyor. Artık hapis hayatından bıkmış, huzurlu bir hayat sürdürmek istemektedir. Fakat karşı taraf rahat durmaz, zaman zaman yola-bele pusu kurar. Alim Efe'yi vurmak isterler.
Günün birinde Mustanlar'dan 20-30 silahlı adam, Alim Efe'yi ve birkaç akrabasını çevirir, yaylım ateşine tutarlar. Onlar da karşılık verirler. Tam bir gün süren yaman bir çatışma olur. Alim Efe ve iki akrabası aralarında olay anlatıcısı Ramazan da var vurmaya değil, kaçırtmaya atarlar. Fakat ötekiler çevresini sarmış bunların. Jandarma müfrezesi de gelir olay yerine, bunlar ateş kesmek isterlerse de ötekiler kabul etmezler. Jandarma da müdahale etmez, sonunda Mustanlar'dan üç kişi yaralanıyor,içerdekiler de çemberi yarıp çıkıyorlar. Alim Efe de ayağından yaralanıyor. Böyleyken Kumlar dağına çıkıyorlar. Dağda birkaç gün tedavi ediyor ayağını, iyileşiyor.
Arkadaşlarının karşı tarafa köklü bir misilleme yapma önerisini de Alim Efe kabul etmiyor.
Olayı doğrudan gören ilçe jandarması Mustanlar'dan 15 kişiyi tutukluyor. Jandarma komutanının haber yollaması üzerine, Alim Efe ile arkadaşları da teslim oluyorlar. Jandarma Komutanı da haklılıklarını gördüğü için onlara iyi davranıyor.
Bir süre yattıktan sonra Alim Efe, Dinar Cezaevinden kaçıyor. Yeniden köyüne dönüyor. Amacı ailesine ve yakınlarına sahiplik etmek. Yurt edinmek istediği Teknova'da ekip-biçmek. Kavgada dalaşmada gözü yok artık.
Yazık ki karşı taraf yine durmuyor ve bir gün şoseye indiğinde, pusu kuran Abbas ve Habip tarafından vuruluyor. Vurulmaya vuruluyor ama vuranlar yanına yaklaşamıyorlar... Ta ki birini yanına gönderip, öldüğünü kesinlikle öğreninceye kadar.
Alim Efe'nin cesedinin ne olduğunu olayı anlatan da kesinlikle bilmiyor. Cesedi yakıp gömdükleri söyleniyor. Türküdeyse cesedin samanlıkta doğrandığı anlatılıyor.
Olayı anlatan türküde anlatıldığı gibi, Alim Efe'nin öldürülmeden nişanlandığını fakat bu konuda da gözünün açık gittiğini ekliyor. Alim Efe Türküleri 3 Alim Efe ve ailesi, bulundukları köye, yaya bir saat uzaklıktaki Teknova denen bir yere göçüyor ve yerleşiyor. Yörenin zenginleri Mustanlar, bunlara rahat vermiyor, ekip-biçmelerine izin vermiyorlar. Bu yüzden iki ailenin arası giderek gerginleşiyor. Karşılıklı yaralamalar başlıyor. Mustanlar, henüz yeni yetişen Alim'in ailesini yıldırıp kaçırtmak istiyor, onlarsa direniyorlar. Mustanlar bir gün Çağılın Dibi diye bir yerde Alim'i yakalıyorlar aralarında kavga ve çatışma çıkıyor. Alim, karşı taraftan iki kişiyi yaralıyor, bir kişiyi de öldürüp dağa çıkıyor. Karşı taraf nüfuzlu. Alim'i öldüremeyince, olayla ilgisi olmayan akrabalarından üçünü tutuklatıyorlar. Tutuklananlar arasında olayı anlatan yakını Ramazan da var. Alim'se kaçak ve dağda... Tutuklanan üç kişiye idam cezası veriliyor, fakat ceza temyizde bozuluyor. Aradan beş yıl geçiyor. Yıl 1937. Alim, Burdur'da Mehmet takma adıyla bakkallık yaparken Mustanlar'ın izletmeleri sonucu yakayı ele veriyor ve tutuklanıyor. Alim'in kardeşi daha önce Mustanlar'ca öldürüldüğü için, mahkeme ona da 24 yıl veriyor.
Alim ve arkadaşları damda yatarken, Mustanlar'dan Emin, Alim'in karısını zorla kaçırıyor. Mustanlar, "Karını aldık, ne yapacaksan yap" diye bir içeriye mektup yazıyorlar. Alim içerdeyken karısı Gökgü'nün zorla kaçırılmasına fena içeriliyor. Derken kısa bir süre sonra 15 yaşındaki yeğeni Zeyni, yengesini kaçıran Emin'i vuruyor. Zeyni de 18 yıla mahkum oluyor. Alim'in karısını bu kez Mustanlar'dan Hacı alıyor. Üstelik o da içeriye hakaret dolusu mektuplar yolluyor.
Alim, Isparta ve Burdur Cezaevlerinde yıllarca yattıktan sonra kaçıyor. Kaçma olayından bir yıl sonra köye dönüyor ve karısının öcünü almak üzere Mustanlar'dan birinin karısını ekin biçerken kocasının gözleri önünde alıp götürüyor ve Adana'da saklanıyor. Bu olay üzerine, Dinar'daki güvenlik kuvvetleri Alim'in yakınlarına büyük işkenceler yapıyorlar. Mustanlar da Zeyni'nin oğlunu Dinar pazarında arkadan vuruyorlar.
Alim, yeni karısıyla birbirlerini seviyorlar. Bir de çocukları oluyor. Ancak bir ihbar üzerine Alim'i Adana'da yakalıyor ve Dinar'a getiriyorlar. Mustanlar kadının Alim'den olma henüz birkaç günlük çocuğunu öldürüyor ve kadını da almak istiyorlar. Fakat kadın kendilerini istemiyor ve babasının evine gitmek istiyor. Kadının bütün çabalarına karşın, zorla alıkoyuyorlar.
Alim yaklaşık 10 yıllık bir tutukluluktan sonra 1950 affında çıkıyor. Mustanlar, Alim'i köye sokmak istemiyorlar, fakat o da direniyor ve türküde sık sık geçen Teknova'ya yerleşiyor. Artık hapis hayatından bıkmış, huzurlu bir hayat sürdürmek istemektedir. Fakat karşı taraf rahat durmaz, zaman zaman yola-bele pusu kurar. Alim Efe'yi vurmak isterler.
Günün birinde Mustanlar'dan 20-30 silahlı adam, Alim Efe'yi ve birkaç akrabasını çevirir, yaylım ateşine tutarlar. Onlar da karşılık verirler. Tam bir gün süren yaman bir çatışma olur. Alim Efe ve iki akrabası aralarında olay anlatıcısı Ramazan da var vurmaya değil, kaçırtmaya atarlar. Fakat ötekiler çevresini sarmış bunların. Jandarma müfrezesi de gelir olay yerine, bunlar ateş kesmek isterlerse de ötekiler kabul etmezler. Jandarma da müdahale etmez, sonunda Mustanlar'dan üç kişi yaralanıyor,içerdekiler de çemberi yarıp çıkıyorlar. Alim Efe de ayağından yaralanıyor. Böyleyken Kumlar dağına çıkıyorlar. Dağda birkaç gün tedavi ediyor ayağını, iyileşiyor.
Arkadaşlarının karşı tarafa köklü bir misilleme yapma önerisini de Alim Efe kabul etmiyor.
Olayı doğrudan gören ilçe jandarması Mustanlar'dan 15 kişiyi tutukluyor. Jandarma komutanının haber yollaması üzerine, Alim Efe ile arkadaşları da teslim oluyorlar. Jandarma Komutanı da haklılıklarını gördüğü için onlara iyi davranıyor.
Bir süre yattıktan sonra Alim Efe, Dinar Cezaevinden kaçıyor. Yeniden köyüne dönüyor. Amacı ailesine ve yakınlarına sahiplik etmek. Yurt edinmek istediği Teknova'da ekip-biçmek. Kavgada dalaşmada gözü yok artık.
Yazık ki karşı taraf yine durmuyor ve bir gün şoseye indiğinde, pusu kuran Abbas ve Habip tarafından vuruluyor. Vurulmaya vuruluyor ama vuranlar yanına yaklaşamıyorlar... Ta ki birini yanına gönderip, öldüğünü kesinlikle öğreninceye kadar.
Alim Efe'nin cesedinin ne olduğunu olayı anlatan da kesinlikle bilmiyor. Cesedi yakıp gömdükleri söyleniyor. Türküdeyse cesedin samanlıkta doğrandığı anlatılıyor.
Olayı anlatan türküde anlatıldığı gibi, Alim Efe'nin öldürülmeden nişanlandığını fakat bu konuda da gözünün açık gittiğini ekliyor. Alim Efe Türküleri 4 Alim Efe ve ailesi, bulundukları köye, yaya bir saat uzaklıktaki Teknova denen bir yere göçüyor ve yerleşiyor. Yörenin zenginleri Mustanlar, bunlara rahat vermiyor, ekip-biçmelerine izin vermiyorlar. Bu yüzden iki ailenin arası giderek gerginleşiyor. Karşılıklı yaralamalar başlıyor. Mustanlar, henüz yeni yetişen Alim'in ailesini yıldırıp kaçırtmak istiyor, onlarsa direniyorlar. Mustanlar bir gün Çağılın Dibi diye bir yerde Alim'i yakalıyorlar aralarında kavga ve çatışma çıkıyor. Alim, karşı taraftan iki kişiyi yaralıyor, bir kişiyi de öldürüp dağa çıkıyor. Karşı taraf nüfuzlu. Alim'i öldüremeyince, olayla ilgisi olmayan akrabalarından üçünü tutuklatıyorlar. Tutuklananlar arasında olayı anlatan yakını Ramazan da var. Alim'se kaçak ve dağda... Tutuklanan üç kişiye idam cezası veriliyor, fakat ceza temyizde bozuluyor. Aradan beş yıl geçiyor. Yıl 1937. Alim, Burdur'da Mehmet takma adıyla bakkallık yaparken Mustanlar'ın izletmeleri sonucu yakayı ele veriyor ve tutuklanıyor. Alim'in kardeşi daha önce Mustanlar'ca öldürüldüğü için, mahkeme ona da 24 yıl veriyor.
Alim ve arkadaşları damda yatarken, Mustanlar'dan Emin, Alim'in karısını zorla kaçırıyor. Mustanlar, "Karını aldık, ne yapacaksan yap" diye bir içeriye mektup yazıyorlar. Alim içerdeyken karısı Gökgü'nün zorla kaçırılmasına fena içeriliyor. Derken kısa bir süre sonra 15 yaşındaki yeğeni Zeyni, yengesini kaçıran Emin'i vuruyor. Zeyni de 18 yıla mahkum oluyor. Alim'in karısını bu kez Mustanlar'dan Hacı alıyor. Üstelik o da içeriye hakaret dolusu mektuplar yolluyor.
Alim, Isparta ve Burdur Cezaevlerinde yıllarca yattıktan sonra kaçıyor. Kaçma olayından bir yıl sonra köye dönüyor ve karısının öcünü almak üzere Mustanlar'dan birinin karısını ekin biçerken kocasının gözleri önünde alıp götürüyor ve Adana'da saklanıyor. Bu olay üzerine, Dinar'daki güvenlik kuvvetleri Alim'in yakınlarına büyük işkenceler yapıyorlar. Mustanlar da Zeyni'nin oğlunu Dinar pazarında arkadan vuruyorlar.
Alim, yeni karısıyla birbirlerini seviyorlar. Bir de çocukları oluyor. Ancak bir ihbar üzerine Alim'i Adana'da yakalıyor ve Dinar'a getiriyorlar. Mustanlar kadının Alim'den olma henüz birkaç günlük çocuğunu öldürüyor ve kadını da almak istiyorlar. Fakat kadın kendilerini istemiyor ve babasının evine gitmek istiyor. Kadının bütün çabalarına karşın, zorla alıkoyuyorlar.
Alim yaklaşık 10 yıllık bir tutukluluktan sonra 1950 affında çıkıyor. Mustanlar, Alim'i köye sokmak istemiyorlar, fakat o da direniyor ve türküde sık sık geçen Teknova'ya yerleşiyor. Artık hapis hayatından bıkmış, huzurlu bir hayat sürdürmek istemektedir. Fakat karşı taraf rahat durmaz, zaman zaman yola-bele pusu kurar. Alim Efe'yi vurmak isterler.
Günün birinde Mustanlar'dan 20-30 silahlı adam, Alim Efe'yi ve birkaç akrabasını çevirir, yaylım ateşine tutarlar. Onlar da karşılık verirler. Tam bir gün süren yaman bir çatışma olur. Alim Efe ve iki akrabası aralarında olay anlatıcısı Ramazan da var vurmaya değil, kaçırtmaya atarlar. Fakat ötekiler çevresini sarmış bunların. Jandarma müfrezesi de gelir olay yerine, bunlar ateş kesmek isterlerse de ötekiler kabul etmezler. Jandarma da müdahale etmez, sonunda Mustanlar'dan üç kişi yaralanıyor,içerdekiler de çemberi yarıp çıkıyorlar. Alim Efe de ayağından yaralanıyor. Böyleyken Kumlar dağına çıkıyorlar. Dağda birkaç gün tedavi ediyor ayağını, iyileşiyor.
Arkadaşlarının karşı tarafa köklü bir misilleme yapma önerisini de Alim Efe kabul etmiyor.
Olayı doğrudan gören ilçe jandarması Mustanlar'dan 15 kişiyi tutukluyor. Jandarma komutanının haber yollaması üzerine, Alim Efe ile arkadaşları da teslim oluyorlar. Jandarma Komutanı da haklılıklarını gördüğü için onlara iyi davranıyor.
Bir süre yattıktan sonra Alim Efe, Dinar Cezaevinden kaçıyor. Yeniden köyüne dönüyor. Amacı ailesine ve yakınlarına sahiplik etmek. Yurt edinmek istediği Teknova'da ekip-biçmek. Kavgada dalaşmada gözü yok artık.
Yazık ki karşı taraf yine durmuyor ve bir gün şoseye indiğinde, pusu kuran Abbas ve Habip tarafından vuruluyor. Vurulmaya vuruluyor ama vuranlar yanına yaklaşamıyorlar... Ta ki birini yanına gönderip, öldüğünü kesinlikle öğreninceye kadar.
Alim Efe'nin cesedinin ne olduğunu olayı anlatan da kesinlikle bilmiyor. Cesedi yakıp gömdükleri söyleniyor. Türküdeyse cesedin samanlıkta doğrandığı anlatılıyor.
Olayı anlatan türküde anlatıldığı gibi, Alim Efe'nin öldürülmeden nişanlandığını fakat bu konuda da gözünün açık gittiğini ekliyor. | |
| | | | türkü hikayeleri | |
|
| Bu forumun müsaadesi var: | Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
| |
| |
| |