Bilgi Forum
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Bilgi Forum


 
AnasayfaLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap
Giriş yap
Kullanıcı Adı:
Şifre:
Beni hatırla: 
:: Şifremi unuttum
En son konular
» fiber internet ya da adsl?
Haçlı Seferinin Sona Ermesi 1270 Icon_minitimeÇarş. Tem. 03, 2013 4:12 am tarafından 7200

» okçuluk hakkında tavsiye?
Haçlı Seferinin Sona Ermesi 1270 Icon_minitimeÇarş. Tem. 03, 2013 4:07 am tarafından 7200

» Ramazan
Haçlı Seferinin Sona Ermesi 1270 Icon_minitimePtsi Ağus. 13, 2012 12:25 am tarafından bilgi küpü

» kamyon oyunları
Haçlı Seferinin Sona Ermesi 1270 Icon_minitimeÇarş. Ara. 14, 2011 12:11 am tarafından arabaoyunu

» kamyon oyunları
Haçlı Seferinin Sona Ermesi 1270 Icon_minitimeÇarş. Ara. 14, 2011 12:11 am tarafından arabaoyunu

» araba yarışı
Haçlı Seferinin Sona Ermesi 1270 Icon_minitimeÇarş. Ara. 14, 2011 12:09 am tarafından arabaoyunu

» araba oyunu oynama
Haçlı Seferinin Sona Ermesi 1270 Icon_minitimeÇarş. Ara. 14, 2011 12:06 am tarafından arabaoyunu

» Süper jip oyunu
Haçlı Seferinin Sona Ermesi 1270 Icon_minitimeÇarş. Ara. 14, 2011 12:04 am tarafından arabaoyunu

» takside öpüşme oyunu
Haçlı Seferinin Sona Ermesi 1270 Icon_minitimePaz Ağus. 28, 2011 10:29 pm tarafından yupti

Menü
Forum
Portal
Özel Mesajlar
Sık Kullanılanlara Ekle

 

 Haçlı Seferinin Sona Ermesi 1270

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
kara şimşek
Süper Üye
Süper Üye
kara şimşek


Erkek Mesaj Sayısı : 770
Yaş : 34
Nerden : malatya
Kayıt tarihi : 21/09/08

Haçlı Seferinin Sona Ermesi 1270 Empty
MesajKonu: Haçlı Seferinin Sona Ermesi 1270   Haçlı Seferinin Sona Ermesi 1270 Icon_minitimeÇarş. Ara. 09, 2009 7:54 pm

Tarihten günümüze papaların Türk düşmanlığı:
Papaların Türk düşmanlığı, Türklerin İslâmiyeti kabul ettiği günlere kadar uzanır. İlk haçlı seferi Malazgirt zaferinden 25 yıl sonra yine papalık hükümetinin bütün Avrupa’yı bize karşı birleştirmesiyle başlamıştır. Günümüze kadar gizli ve açık bir şekilde, kesintisiz devam ettiğinin de şahidiyiz...


Günümüze kadar gizli ve açık bir şekilde, kesintisiz devam ettiğinin de şahidiyiz. Şimdiki papanın, yakında ziyarete geleceği ülkemizin dinine, peygamberine ve millî tarihine karşı kullandığı saygısız ve mütecaviz saldırıların da Bizans kaynaklı olması oldukça düşündürücüdür. İlk haçlı seferinin de Bizans’ın Türklerden kurtarılması için yine papalık tarafından tertip edildiğini, bütün Avrupa Hıristiyan âleminin Türklere karşı ayağa kaldırılması da bunu gösteriyor. Rahmetli aziz dostum, tarihçi Adnan Giz, bu konuda uzun araştırmalarda bulunmuştu. Onun bazı tespitlerini kısaca verdikten sonra, papalık âleminin ne mal olduğunu da sütunlarımızda açıklığa kavuşturacağız.
’...Fransa Kralı St. Louis hastalanmıştı. Eğer iyileşirse yüzelli yılı kaplayan Haçlı savaşlarından sonra yeniden Müslümanların eline geçmiş bulunan Kudüs şehrini kurtarmayı adadı.

On iki yaşında Fransa tahtına çıkmıştı. Dinine o kadar bağlıydı ki, Hıristiyanlığın ulularına verilen ’saint’unvanı bir gün ona da lâyık görülecekti.”

Papa Türklere karşı Kralı destekliyordu

Günün birinde iyileşince hemen adağını yerine getirmek istemiş ve Haçlı savaşlarının tarihinde yedinci sırayı alacak olan seferin açılmasına karar verdi. Bu karar, zamanın Papa’sı tarafından desteklenmiş ve bütün Hıristiyanlık âlemi yardıma çağrılmıştı.
Haçlı seferlerinin amaç ve sebepleri bizim için üzerinde durulmaya değer bir konudur. Amaç, bilindiği gibi Hazret-i İsa’nın yaşadığı ve öldüğü Kudüs şehrini Müslümanlardan kurtarmaktı. Tarihte eşi bulunmayan ve milyonlarca insanın hayatına mal olan bu seferin başlıca sebebi de, Orta Asya’dan kopmuş genç bir ulusun, Müslüman Türklerin Batı’ya doğru ilerlemesiydi. Malazgirt zaferi 1071 yılında kazanılmıştı. Haçlı seferleri 1096’da başladı. Arada yirmibeş yıl var. Türk ilerlemesinin ilk hedefi olan Bizanslılar feryad ediyor: ’Bizi Türk tehlikesinden kurtarın’diyorlardı. Haçlı seferleri başlamış, Tuna boylarından Akdeniz’e ve Nil nehri kıyılarına kadar nice ülkeler kan ve ateş içinde bırakılmış, bu arada Kudüs iki defa Hıristiyanların eline geçmiş, yine de Türk’ün ilerlemesi durdurulamamıştı. Haçlı seferleri 1270’de sona erdi. Fakat Batı’da bu seferleri yaratan kin ve intikam duyguları kaybolmadı. Viyana bozgunundan, Balkan savaşına kadar sürdü, gitti.

Tarihin büyük olayları tek faktöre bağlanamaz. Bu savaşların başka önemli sebepleri de vardı.

Avrupa’yı Türkiye’ye saldırtan papalık
Avrupa’nın insan gücünü, İslâm dünyasına karşı harekete geçirmekle Papalık makamı, özlediği üstün irâdeye sahip oluyor, cismanî kuvveti temsil edenleri yine buyruğu altına alıyordu. Yüzyıllardan beri sürüp giden bir din rekabeti sona eriyor, yardım dileyen Bizans, Roma kilisesinin üstünlüğünü kabul ediyordu. Avrupa kıtası hâlâ, Cermen, Norman ve Franklar gibi uygarlıktan uzak kitlelerle doluydu. Haçlı seferleri, bu enerji yüklü, kavga ve ganimet arayan adamların zararlarını, Avrupa dışına aktarıyordu. Venedik gibi yalnız ekonomik çıkarlar peşinde koşan ülkelerin insanları için, Doğu’da yepyeni ticaret yolları ve imkânları açılıyordu. Bir başka yoruma göre, o zamana kadar yarı uygar, yarı aç, krallara, derebeylerine, hattâ papazlara kölelik eden Avrupa toplumları, ilk defa kendi dilek ve iradeleriyle bir gayenin çevresinde birleşiyor, kırbaç ve zincir şakırtısı olmadan kendi istekleriyle bir hayâlin peşinde koşuyorlardı. Bilindiği gibi ilk Haçlı Seferi 1096’da kral ve prenslerin önderliği olmadan Pierre L’Hermite ve Züğürt Gautier isimli iki kişi tarafından hazırlanmış, onbinlerce insan bir sokak gösterisine gider gibi, Orta Avrupa’dan Kudüs’ün yolunu tutmuştu. Yukarıda işaret ettiğimiz yoruma göre bu hareket, Avrupa’da ilk demokratik kıpırdama sayılamaz mıydı? Bu tarihten sonra aynı toplumlar, çeşitli gösterilerle derebeylerinin şatolarına, kral saraylarına, hattâ Bastille’e saldırmak cesaretini kendilerinde bulacaklardı. Haçlı Seferlerinden sonra derebeylerinin burnu kırılmış, toprağa bağlı kölelik düzeni sarsılmıştı.

Avrupa’nın hırsı

174 yılı içine alan sekiz sefer sonunda, Avrupalıların -Yakın Doğu’da elde ettikleri toprak parçalarını kaybetmiş olmalarına rağmen - bu seferlerden yine kazançlı çıktıkları kabul edilmiştir. Bazı müteassıp tarihçilerin kabule yanaşmadıkları bu gerçek, Batının hür düşünceli yazarları tarafından cesaretle açıklanmış ve Avrupalıların Doğu ülkelerindeki uygarlığı ve ileri kültür seviyesini görmek ve tanımaktan yararlandıkları belirtilmiştir.
Batının bu vahşet dolu saldırılarının, İslâm dünyasını cesaret ve şerefle savunan Türk milleti üzerindeki etkileri neler olmuştur? Hemen şunu belirtmek gerekir ki, Haçlı seferleri, Türkleri, tarihinin en kötü döneminde yakalamıştı. Büyük Selçuklu İmparatorluğu parçalanmış, ağacından yere düşen bir nar gibi birkaç parçaya ayrılmış, tanelenmişti. Bu bölünme, İznik ile Kudüs arasındaki toprakların, yurt ve devlet birliğini ortadan kaldırıyor, vahşî orduların bile geçebileceği gedikler açılıyordu.
Ne acı bir imtihandır ki, 1096’da başlayan Batı saldırısı ardı ardına gelen dalgalar hâlinde sürüp giderken, 1220’de Doğu’da başka bir vahşet kasırgası kopacak, Moğolların saldırısı başlayacaktı. Ve Türk milleti, iki yüz yıl boyunca Batı’dan ve Doğu’dan gelen bu saldırılara karşı koyacak ve fırtına dindiği zaman, genç ve dipdiri bir Türk Osmanlı Devletinin doğduğu görülecekti. Milletimizin, tarihinde vermiş olduğu bu emsalsiz imtihan, geleceğinin de önemli dayanaklarından biridir.

Sefer başlıyor

Saint - Louis’nin sefer hazırlığı uzun sürmüştü. Haçlı ordusu, Marsilya’nın batısında Aigues - Mortes limanında toplanmaktaydı. Kral, yaklaşık olarak 50.000 asker, 120 büyük ve 1.500 küçük gemi ile bu sefere katılıyordu. Kralın yanında eşi ve üç kardeşinden başka Fransa’nın ve öteki ülkelerin ünlü şövalye ve rahipleri de vardı. Nihayet, 1248 yılının Ağustos ayında Akdeniz’e açıldılar. Bu tarihte Yakın Doğu tamamen Moğolların baskı ve tehdidi altında bulunuyordu. Anadolu Selçuklu sultanının beş yıl önce Kösedağı’ndaki acı yenilişinden sonra bölge, Moğolların istilâsına açılmıştı.

Moğol devleti, Anadolu ve Suriye’de bazı önemli kaleleri elinde bulunduran Haçlılarla iyi münasebetler kurmaya çalışıyordu. Kudüs üzerindeki mücadeleyi bir süreden beri Mısır’daki Eyyûbî devleti yönetiyordu. 1244’de Eyyûbî Sultanı Melik Salih, Moğolların önünden kaçan Harzem Türklerinin yardımı ile Kudüs’ü sonuncu defa geri almıştı. Kutsal şehir, bu tarihten sonra Birinci Dünya Savaşı sonuna kadar 674 yıl Türk hâkimiyeti altında kalacaktı. Fransa kralı, Eyyûbî devletini vurmak için Mısır’ı hedef olarak seçmişti. Haçlı donanması önce, Hıristiyanların elinde bulunan Kıbrıs’a gitti. Kışı orada geçirerek son hazırlıkları tamamladılar. Bu sırada Kıbrıs’a gelen Moğol elçileri, Fransa kralına, Müslümanlara karşı birleşme teklif ettiler.

BOP’un ilk şekli
Bu işbirliği gerçekleşip, başarıya ulaşırsa, Fransızlara Suriye’yi vereceklerdi. Moğolların Haçlılarla birleşmesi, Mısır için önemli tehlikeler yaratabilirdi. Fransa kralı, teklife nedense fazla ilgi göstermedi, iki rahibi hediyelerle birlikte Moğol karargâhına göndermekle yetindi. Ama bir süre sonra şartlar değişince o, Moğollardan yardım istemek zorunda kalacaktı.

1249 yılının haziran ayı başında, Haçlı donanması Dimyat Kalesi önünde göründü. Melik Salih, uzun zamandan beri, Suriye’deki Haçlılarla işbirliği yapan akrabası prenslerle savaş hâlinde bulunuyordu. Kuşatılmış olan Humus Kalesi, bir türlü düşmüyordu. Haçlıların Mısır üzerine saldırıya geçecekleri bilindiği ve beklendiği hâlde, Melih Salih, bizzat Humus kuşatmasına katılmış ve burada ciddî şekilde hastalanmıştı. Haçlı donanmasının Dimyat önüne geldiğini duyunca kuşatmayı kaldırarak mahfe ile Mısır yolunu tutmuş ve ülkenin savunması için gereken emirleri vermişti. Talimata göre, Dimyat kalesini savaşçı bir kabile olarak tanınan Benî Kinaneliler savunacak, Emîr Fahreddin kumandasındaki bir ordu, kıyıları koruyacaktı. Otuz yıl önce bir başka Haçlı ordusu yine Dimyat’ı kuşatarak almış; halkın büyük kısmı kılıçtan geçirildikten sonra, bir kısmı da köle olarak satılmıştı. Fransızlar saldırıya geçince. Benî Kinane kabilesi kaleyi bırakıp kaçtı. Otuz yıl önceki felâketi unutmamış bulunan ahali de paniğe kapılıp onları takip etti. Böylece Haçlılar, 6 Haziran günü, savaşmadan Dimyat’a girmiş, şehirdeki hazine, silâh ve erzakı ele geçirmişlerdi. Bu sırada Melik Salih, Mısır’a dönmüş bulunuyordu. Felâketi duyunca hastalığı büsbütün arttı. Haçlıların ülkeye ayak basmalarına imkân veren kabilenin büyüklerini Ölümle cezalandırdı. Haçlı ordusu Dimyat’a yerleştikten sonra, dört ay kadar önemli bir savaş hareketi olmadı. Hastalığı gittikçe ağırlaşan Melik Salih, Kasım ayı içinde öldü. Şimdi Mısır ve Orta Doğu tarihinde yeni bir devir başlıyordu.


Bir Türk prensesi
Tarihin, güçlü ve yiğit bir hükümdar olarak tanıttığı Melik Salih, sekiz yıllık kısa saltanatında önemli işler yapmış, Suriye’nin bazı bölgelerine yerleşmiş bulunan Haçlılarla kahramanca savaştıktan sonra, Harzem Türkleri’nin yardımı ile Haçlı savaşlarının gayesi olan Kudüs şehrini son defa geri almıştı. Bu dönemde Moğol ordularının önünden kaçan veya esir düşüp Avrupalı esir tacirleri tarafından İslâm ülkelerine satılan Harzem ve Kıpçak Türkleri çoğunlukla Mısır’da toplanmış bulunuyorlardı. Sağlam bünyeli, yakışıklı ve istidatlı gençlerdi bunlar. Ana yurtlarının nasıl çiğnendiğini görmüş, acı tecrübeler kazanmışlardı.
Melik Salih, bu gençlerden bir hassa ordusu kurmuş ve bu orduyu Nil Nehrinde, Kahire yakınındaki Ravza Adasında yaptırdığı kışlaya yerleştirmişti. Bahriye kölemenleri veya Memlûkler adı ile şöhret bulacak olan bu Türk yiğitleri, ana yurtlarından kopmalarından az sonra, göç ettikleri ve yerleştikleri ülkelerde yüzlerce yıl sürecek bir hâkimiyet kuracaklardı.

Türk göçmenleri
Bu Türk göçmenlerinin arasında şüphesiz çok sayıda Türk kızı da vardı. Güzel ve zeki bir Kıpçak kızı, Mısır sarayına alınmış, bir süre sonra Melik Salih’in gönlünü fethederek, onun en gözde ve itibarlı eşi olmuştu. Hükümdardan, küçük yaşta ölen bir erkek çocuğu doğurmuştu. Mısır sarayında ona inci ağacı anlamına gelen ’Şeceretüddür’adını vermişlerdi, ölen çocuğunun adiyle ’Halil’in anası’olarak anılıyor ve Melik Salih’in son yıllarında, nüfuz ve itibarı artmış bulunuyordu. Hükümdarın vakitsiz ölümü üzerine yönetimi ele almış ve düşmanlarla çevrilmiş, her türlü karışıklığa elverişli bir ülkede, Mısır’dan hayli uzakta bulunan veliahdin gelmesine kadar geçen dönemi maharetle idare etmişti. Veliahd Turanşah, Melikenin üvev oğluydu ve Diyarbakır civarında görevli bulunuyordu. Şeceretüddür önce, Melik Salih’in ölümünün aylarca saklanmasını sağlamıştı. Sonra, devlet büyüklerini toplayarak, Melik Salih’e ve oğlu Turanşah’a bağlı kalacaklarına dair yemin ettirmiş; hutbede Turanşah’ın da adını okutarak halkı saltanat değişikliğine hazırlamıştı.
Birinci Haçlı Seferi`nin Perde Arkası
Dizi yazımızın ilk günkü bölümünde dediğimiz gibi Haçlı Seferleri Malazgirt Zaferi`ni takip eden 25. yılda başlamıştır. İlk Haçlı Seferi`nde Papalar`ın hazırlaması teşviki ve koruması ile meydana gelmiştir. Bizans`ı Türkler`in tehdidinden korumak ve kurtarmak için hazırlanan bu Haçlı Seferi`nin asıl gayesi ise Türkleri bütün Ortadoğu`dan çıkarmak ve yok etmek hedefini taşıyordu. Bu durumun SIR GALAHAD`ın bir tahlilinden tercüme ederek Türkçemize kazandıran Ayda Düz de belirtmiştir. Ayda Hanım`ın bu çevirisi aşağıdadır:

`...11. yüzyılın sonlarına doğru Bizans peşpeşe birçok karışıklıklardan sonra bir veliahd ve onun sağlayacağı istikrarı beklemektedir.
İstanbul`daki kutsal saray, o sıralarda, yirmi bin hizmetkârın bakımı ve koruması altındaydı. Muhafız alayı, sarayı dıştan koyu bir zırhla sarmakta, içeriye doğru bu hizmetkâr ordusu en alacalı renklere bürünmekte; öbür yandan rengârenk elbiseleriyle asil kadınlar ve nedimeler, merkezdeki porfirili sarayı çevrelemektedirler. Porfirli saray, imparatoriçelerin doğum yaptıkları binadır.
Boylu boslu genç bir kadın olan İrene Dukas, sarayın odalarının birinde yatıyor. Yeşil gözleri ızdıraptan irileşmiş... Birden incecik elini kaldırıyor, karnının üstüne haç işareti yapıyor:
- Bekle bebek; baban gelinceye kadar bekle, diye mırıldanıyor.
Ve doğum sancıları o anda duruyor. Annesi, kızının bu çılgınlığını kınıyor, zira Alexis Comnene, imparatorluğun sınırlarını, Korkunç Robert Guiscardın yavuz oğlu BohĞmond de Tarente`a karşı korumaya gitmiştir. Hemen dönmesi de beklenmiyor.

PRENSESİN DOĞUMU

Doğmak üzere olan yavru, sarayın kurallarını biliyor sanki: Üç gün sonra, babası Altın Kapı`dan şehre girerken dünyaya gözlerini açıyor. Bu, Prenses Anne Comnene`dir. Zamanının âdetlerine göre hemen o anda çocuğun bıngıldağına tacı yerleştiriyorlar.
Doğumundan kısa zaman sonra Anne, nişanlanıyor. Böylece kendisinden birkaç yaş büyük Constantin, onun bir oyun arkadaşı oluyor. Son sülâleden olduğu için Constantin`in de tahta az çok hakkı vardır. Annesi, büyüleyici güzelliği dillere destan Marie d`Alanie`nln kocaları peşpeşe ölmüş, kendisi uzun süre tahtta kalmıştı ve sonuncusu düşerken de o, halefini ağına düşürmüştü. Alexis Comnene, son kocası Nicophore III. Botaniate`ı tahttan indirdiği zaman, karısı İrene Ducas`ı boşamaya hazırdı. Hükümet darbesi başarılınca karısına karşı hilekârca davranıp ona taç giydirmemişti. Marie d`Alanİe saltanat dairesinde oturmaya devam ederken, İrene ikinci derecede bir sarayda ikamet zorunda bırakılıyordu.
O sırada İrene`in kalabalık ailesi araya girdi. Büyük babası Cesar Jean Dukas ve Amiral Paleologue, Atexis`e yanlış bir anlaşma olduğunu; kendisini, bir yabancı kadının uğruna desteklememiş olduklarını anlattılar. Bu güçlü aileye ve partizanlarına karşı elinden bir şey gelmezdi; öyle ki, İrene`e taç giydirmek zorunda kaldı. Bu defa Marie, imparatoru tuttuğu hâtde tahtı kaybetti. İmparator, Marie`nin oğlunun haklarını korumayı vaadetti ve Constantin`e Cesar unvanını verdi. Bundan fazlasını yapamazdı.
O sırada onyedi yaşında olan genç Basllissa, kocasını göremedi, çünkü yarım yüzyıllık bir kargaşalık ve taht kavgalarından sonra İmparatorluk son nefesini veriyor gibiydi. Düşüş, Makedonya sülâlesinin son hükümdarları olan iki ihtiyar kadından başlamıştı. Babaları öldükten sonra kızları, çekilmiş oldukları manastırdan çıkartıp, tahta oturttular. Sürmüş oldukları münzevî hayat, birinde seksüel kompleks, ötekinde para kompleksi yaratmıştı. Bunun sonucunda, Selçuklular`ın istilâsı gibi çok ciddî bir tehlikenin baş gösterdiği devirde Bizans ordusu ihmal edildi.

COMNENE`LER

Bizans, bu istilâlar sırasında, Hunların, Avarların, Bulgarların ve Arapların zamanındaki gibi birleşmiş değildi. Öyle ki Türkler Anadolu`ya hemen hemen hiç direnme görmeksizin girdiler ve Malazgirt`te (1071) yıkıcı bir zafer kazandılar. İmparatorluk ordusu perişan ve İmparator Romain Diogene esir edildi. Bu sırada İstanbul`da naipler birbirlerini deviriyor, kimse tahtta tutunamıyordu. Kiliselerde mezhep kavgaları alevleniyordu. Ücretli bir asker olan Norm an Rousse de Bailleul de şahsî çıkarları uğruna bir ayaklanma düzenledi.
İşte bu sırada, iki yiğit genç, Isaac ve Alexis Comnene, cesaret ve yetenekleriyle sivrilmeyi başardılar. Anneleri Anne Dalassene, onları destekliyordu. Aile, eski, soylu bir aileydi. Bu iki genç öylesine ün saldılar ki, gözlerine mil çekilmesinden korkulmaya başlandı.
Tedbirli davranıp, Kutsal Saray`a asla birlikte gitmiyorlardı; tâ ki, bir felâket gelecekse, bari yalnız birine gelsin. Gaasıp Nicephore Botaniates, fazla sivrilenlerden hoşlanmazdı ve bu ülkede düşmandan, hapis ya da katilden çok, gözlerini çıkartmak suretiyle kurtulmak âdetti. Âmâlar, acımadan çok, küçümsemeyle karşılaşır; yalnız kilise şarkıcısı olabilirlerdi.
Büyük vasallar nihayet anlaştılar; sürekli bir düzen sağlayabilmek için rekabetten vazgeçeceklerdi. İki Comnene, askerleri ve taraftarlarıyla başkenti işgal ettiler ve genci, Alexis 1081`de Basileus oldu.

BİZANS TEHDİT ALTINDA

Taht, huzur demek değildir. Kuzeyde, düşman orduları Peçenekler, Kumanlar, çekirge sürüleri gibi Tuna`ya doğru ilerliyordu. Doğuda Selçuklular, başkent dolaylarına varmıştı. Batı`da Robert Giuscard ve BohĞmond de Tarente`ın komutasındaki Normanlar, donanmanın da yardımıyla ilerliyorlar. Korfu`yu aldılar, Dalmaçya`ya çıkarma yaptılar, Durazzo`yu kuşattılar... Belli ki, İstanbul`a yürüyecekler...
Bizans`ın ordusu yoktu, toplayabilmesi için gereği kadar arazisi yoktu, ücretli yabancı asker tutabilmek için yeterli parası yoktu. Kandan bıkmış olan halk, kayıtsız ve hırçındı. Önce para bulmak gerekiyordu. Büyük servetler müsadere edildi; sonra, küçükler de. İki yıl sonra çaresiz manastırların ve kiliselerin mallarına başvuruldu. Alelacele toplanan askerler bir yandan eğitilirken, Basileus, üçüncü ve en önemli kaynağına baş vurdu: Diplomasiye.
Selçuklular`la anlaşma imkânı arandı. Böylece diplomatik görüşmelerle Doğu`da vakit kazanıldı. Batı`da ise, nihaî savaş Adriyatik`te verileceğinden, Venedik`le anlaşma ve onlara bazı gümrük muafiyetleri tanıma yoluna gidildi. Sınır savunması Kuzeylileri durdurmaya yeterliydi. Öyle ki, Alexis Comnene bizzat komuta ettiği kuvvetleri Dalmaçya`ya sürdü.
Durazzo, Normanlar`ın eline geçti, ama öteki askerî teşebbüsler başarılı olmadı. Robert Guiscard, İtalya`ya dönmek zorunda kaldı; inatçı ve kurnaz olan Bohemond de Tarente başka bir cephede bir saldırı daha denedi; ama sonunda Larissa`da bozguna uğradı ve Apulie`ye döndü. Kaygılardan biri uzaklaştırılmıştı. Alexis Comnene, Altın Kapı`dan muzaffer olarak Bizans`a girdi.
İmparatorun ilk çocuğu, küçük Anne, bu saatte dünyaya geldi. Tam anlamıyla siyasî olan bir evlenme ilk meyvesini vermişti. Dukas`lar, sevinçten havalara çıkmaktaydı; ama Marie d`Alanie de sevinçliydi, zira çapkın sevgilisinin kızını, oğlu için o eğitecek ve bu, ilişkilerinin devamını sağlayacaktı.
Hiçbir kadın, başka bir kadını, Anna`nın, kayınvalidesini sevdiği kadar sevmemiştir. Canlılığın ve gevşekliğin hâkim olduğu, İskit müziğiyle step dansı oynanan, bununla beraber müstakbel hükümdarların yüce görevlerine lâyıkıyle hazırlandığı bu sarayda hayat, imparatorluk sarayındakinden daha eğlenceliydi. Anne, yedi yaşındayken, birden küçük kardeşi ve rakibi Jean`a karşı şiddetli bir kin duymaya başladı. Beş yıl sonra da, tarifsiz bir hüzün kapladı içini; gencecik nişanlısı, sürülmüş olduğu Tesalya`da ölmüştü.
İmparator, banyodan çıkarken suikasta uğramıştı. Marie d`Alanie, suçluları çok iyi tanıyordu; manastıra atıldı. Genç Konstantin komploya katılmamıştı, ama o da birkaç ay sonra hastalanıp öldü. Oniki yaşında bir çocuk için acı bir darbeydi.

HAÇLILAR YAKLAŞIYOR

Ancak günlük buhranlarını yaşayan Bizanslılar, çok daha buhranlı bir devrin başlamak üzere olduğunu hissedemiyorlardı.
Nitekim iki kıt`a çatışmak üzereydi; kargaşalıklara gebe yıllar yaşanıyordu. Zira Haçlı ordusunun Pierre I`Ermite komutasındaki öncüleri ilerliyorlardı.

Bizans'a ulaştıkları zaman takviye beklemeyi de reddedince, imparator onları başından defedip, Anadolu'ya geçirdi ve bu güruh orada Türkler tarafından yok edildi.
Ya asıl kuvvetler gelince neler gelecekti başlarına? Üstelik kimse onları davet etmemişti. Birkaç yıl önce olsaydı, imparator, Peçenek ve Kumanlar'a karşı gönderilmek üzere, paralı asker alabilirdi. Nitekim o sıralarda Robert de Flandres'a bu yolda bir yardım talebinde bulunmuştu, ama onun istediği, tehlike alanlarına gönderilmek ve işleri bitince de iade edilmek üzere ücretli askerlerdi. Ne var ki... Kimse gelmemiş ve Alexis kendi imkânlarıyla zafere ulaşmıştı. Fena hâlde hırpaladığı kuzeyli halklar, birkaç kuşak bellerini doğrultamayacak kadar sinmişlerdi. Küçük Asya'daki emirlerle hâl-yol olmak da kolaydı; bunları birbirlerine düşürmek yeterliydi. Ve bu sırada sınırlar yavaş yavaş genişletilip pekiştirilirdi. Üç cephe üzerinde on altı yıl süren savaşlardan sonra bu da sağlanmıştı ve artık rahat nefes alabiliyorlardı ki, delilik krizine tutulan Avrupa, Türkler'i, birlik olmalarını sağlayacak şekilde, kışkırtmaya başlamıştı.

Batı ile Doğu'nun bu ilk çatışması sırasında Bizans, görmesini bilen ve gördüklerini sadıklıkla aksettirecek olan bir çift zeki ve olağanüstü görüşlü gözlere sahipti; o sırada ondört yaşında olan Prenses Anne Comnene, uzun yıllar sonra babasının biyografisi olan on beş kitaplık Alexiade adlı eserinde, gördüklerini teferruatıyla nakledecektir.

HAÇLILARIN KÜSTAHLIĞI

Birkaç yüzyıl sonra Mayalar'ın altınlarını ve Peru'nun zümrütlerini gördüklerinde, çığırından çıkan İspanyollar ve Portekizliler gibi bu birinci Haçlılar da, Bizans'ın ihtişamı karşısında akıllarını şaşırmışlardı. Misafir olduklarını sık sık unutup, ölçüyü kaçırıyor, hizaya gelmeleri ihtar edildiği zaman da, çileden çıkıyorlardı. Bu adamların yumuşak davranışlarını bozmadan, kendilerine baskın geldiklerini görmek, onları deli ediyordu.
Saray erkânının önünde ve resmî görüşme sırasında adamın biri bacağını uzatıp, Basileus'un tahtının, Bizans'ın o kutsal tahtının basamaklarına koyuveriyor... Halbuki yedi yüzyıldan beridir oraya, imparatorluğun kutsal sembolüne, üç defa secde etmeksizin kimse yaklaşamamıştır. Ama adamın umurunda mı? Baudoln de Flandres, herifi kolundan çekip beriye alıyor ve orasının imparatora ait olduğunu hatırlatıyor. Ama kızıyor, bunca büyük senyör ayaktayken, o kibirli enayiye bir iskemle verilmesinin ne demek olduğu yolunda öfkeli öfkeli homurdanıyor.

Ayakta duran Basileus bir şey duymamıştır.
Başka bir defasında Tancrede, majestelerinin huzurunda Georges Paleologue'a bağıra bağıra hakaret ediyor; iş yumruğa kadar varıyor. Basileus ses çıkarmadan maiyetiyle birlikte salonu terk ediyor. Onu kayıtsız duruşundan vazgeçirmenin imkânı yok. Bu tavır, hakaretçiye hakarettir. Bu kadar mı adam yerine konmuyorlar? Bizans'ın, misafirleri karşısındaki durumu güç bir durumdur ve Alexis her ne pahasına olursa olsun çatışmaya meydan vermemeye kararlıdır. Bu konuda Anne Comnene şunları yazar: "Bizimkilerden biri, bu adamların küstahlıkları karşısında sabrı tükenip de güzel bir ders vermeye kalkıştığı anda Basileus hemen susmasını emrederdi; zira bu ırkın öfkeye eğilimli olduğunu; bir kıvılcımın imparatorluğu kül hâline getirecek olan bir yangına sebep olabileceğini bilirdi. Zira sayıları ilkbaharda yaprakları ve denizdeki kumları aşıyordu.

BİTKİN İMPARATOR
Güneş ışınlarının ufuktan fışkırdığı saatte Basileus, Keltler'in saraya girmelerine izin verilmesini emrederdi... Ama bu Kelt senyörlerini, alışıldığı biçimde huzura kabul etmeye imkân yoktu. Hepsi de, akıllarına estiği sayıda bir maiyetle girer ve törelerin emrettiğince değil, akıllarına estiği kadar konuşurlardı... Nihayet akşam olup da, bütün gün ağzına bir lokma koymamış olan Alexis yatak odasına çekildiği zaman bile, Keltler'in münasebetsizliklerinden kurtulamazdı. Zira huzura itişe kakışa giren Keltler arasında, bir kısmı geri dönüp yeniden gevezeliğe başlardı. Ancak o, her şeye rağmen dimdik ayakta durur, ölçüsüz lafazanlıklara sabırla tahammül ederdi.
Saray mensupları yorgunluktan bitik düştüler mi çıkıp dinlenirler ve bir süre sonra istemeye istemeye yeniden içeriye girerlerdi; kıpırdamadan durmaya kimsenin gücü yetmezdi. Kâh bir, kâh öbür ayaklarının üstüne dayanarak dururlar, kâh çıkıp dinlenirler, kâh başlarını eğer yahut kaldırırlar veya usulca duvara yaşlanırlardı. Bu aşırı yorgunluğa dayanabilen sadece Basileus'du. Konuşmalar alenî cereyan ettiğinden, ne kadar geveze olursa olsun, biri lafını nihayet bitirip sırasını ikinciye, o, bir üçüncüye terk eder, böylece onlar bir süre sonra dinlenme imkânını bulurlardı; buna karşılık Basileus birinciden sonuncuya kadar ayakta, kımıldamadan dururdu.
Sonra biraz dinlenirdi; ama şafak söker sökmez, aynı şeyler tekrarlanmaya başlardı... Akılları durduran bir sabrı vardı; ağzından bir tek aksi söz çıkmaz; ancak bazen yorgunluktan inlediği olurdu ki, hemen toparlanır ve karşı koyabilmek için haç çıkarırdı.
Alexis'nin aylarca ve şafaktan guruba kadar tahammül ettiği bu lafazanlıklar, kızının kanaatince, ölümüne yol açan hastalığın sebebi olmuştur; zira Alexis'te gut hastalığı vardı ve bu ayakta durmalar yüzünden şiddetlenmişti. Buna karşılık evlilik hayatına uğur getirmiş, gut hastalığı sonunda Alexis'i Irene'e bağlamıştı. Zira, öteki kadınlar gibi yüzüne düzgün sürüp gezinmekten hoşlanmayan ve daima elinde kutsal kitapla görülen Basilissa'nın bir meziyeti daha vardı: Nemli kompres ve masaj yapmakta bire birdi.

HAÇLI KOMUTANI BOHEMONO DE TARENTE

Genç Prenses, Bohemond de Tarente'tan nefret etmektedir. Onu, kayguların kaynağı olarak görür. Bu adamdaki açgözlülük, cimrilik, utanmazlık ve küstahlık karşısında genç prenses öfke duymaktadır. Ancak, bu kini uzun zaman sürdürememiştir; zira adam, eşsiz bir fizik yapısına sahiptir ve bu, güzelliğe hayran olunan bir sarayda geçer akçadır.

Bu adam, yabancılar ve Hellen'ler arasında misli görülmemiş bir duruma sahipti: Adı dehşet vermekte; görünüşü göze güzel görünmekteydi. Omuzları, karnı ve kalçaları dar, geniş göğsü kocaman, kolları kaslıydı. Bu barbarın boyu da benzerlerinin çok üstündeydi. Bedeninin genel durumuna gelince ne etli, ne cılızdı. Elleri büyük, yürüyüşü düzgündü. Çok dikkatli bakan, belki sırtı hafifçe yuvarlaktı diyebilir; bu, doğuştan öyleydi.
Bedeni çok beyaz; yüzü, göze hoş görünecek ölçüde pembe ve saçları, dünyalarını paylaşmadığı Öteki Barbarlar'ınkinden farklı olarak, sırtına kadar inmiyordu; kulak hizasında kesilmişti. Sakalının rengi hakkında bir şey söyleyemeyeceğim; zira daima sinek kaydı tıraş olurdu. Gri -mavi bakışları vekar ve ateşli bir mizacı açığa vuruyordu; her zaman derin derin nefes alırdı, zira ruhu öyle yüceydi ki, ferahlaması için bol miktarda temiz havaya İhtiyacı vardı.

Buna rağmen, alelade bir aşk serüveni bekleyenlere yanıldıklarını hemen söyleyelim. Bir genç kız hayalperestliği de söz konusu olamazdı zira, Haçlılar gelmeden önce, yakışıklı ve kültürlü bir adam olan Nicöphore Bryennius'la evlenmişti. Nicophore, soylu bir sülâledendi ve mevcut bütün kitapları okumuş olduğu hâlde züppe de değildi, bir İskit gibi at sürer, bir Türk gibi ok atardı; hem iyi bir asker, hem de bir salon adamıydı. Hattâ Alexis ona Cesar unvanını vermişti ki, bu, İilerde çok şeyler umabilmesi için yeterliydi.
Bohemond de Tarente, nihayet Kudüs'e gitmek üzere Haçlı kuvvetleriyle birlikte yola çıktı, ilk hedef Antakya İdi. Birliklerin komutanı Etienne de Blois başbuğ olabilecek yetenekte değildir. Godefroy de Bouillon ve ihtiyar Raymond de Toulouse hastadırlar. Asıl şef Baudouin de Flandres, Urfa'yı fethetmeye gitmiştir; orayı kendisi için istiyor; Robert de Normandle, Laodicee limanındaki barlarda vakit geçirmeyi, çarpışmaya tercih ediyor. Öyle ki, Antakya'dakl Türklerin kuşatılması işiyle ciddî olarak uğraşan sadece Bohâmond'dur. Yapılması gereken ilk iş, Haçlılara yardım etmekten çok, onları kontrol etmekte olan Basilleus'un temsilcisi Tacitius'u başından defetmektir. Onu, kısa zamanda uzaklaştırmayı beceriyor ve o gider gitmez, Bizans'ın kendilerine ihanet ettiğini ilân ediyor, zira bir Türk ordusu, kuşatılanlara yardım etmek üzere yola çıkmıştır...

Gerçekten, Kerboğa komutasındaki Selçuklu ordusu, çok geçmeden kuşatmaya başlar. Zaferinin esiri olan Haçlılar, ümitsiz, aç, yorgun ve uykusuzdurlar. İki düşman arasında kalmışlar, Bizanslıların yardımını beklemektedirler. Şefler de dahil olmak üzere fırsatını bulan kaçmaktadır. Bunlar gece halatlar sarkıtıp ırmağa inmekte ve akarsudan yararlanıp, ortadan yok olmaktadırlar. Birlikler, emirleri dinlemeyip, sarayın bulunduğu mahalleye sığınmışlardır. Antakya'nın yeni prensi, sarayın yangına verilmesini emreder; böylece sıkıştırılan askerler, kaleye dönmek zorunda kalırlar.

Gerçekten, Kerboğa komutasındaki Selçuklu ordusu, çok geçmeden kuşatmaya başlar. Zaferinin esiri olan Haçlılar, ümitsiz, aç, yorgun ve uykusuzdurlar. İki düşman arasında kalmışlar, Bizanslıların yardımını beklemektedirler. Şefler de dahil olmak üzere fırsatını bulan kaçmaktadır. Bunlar gece halatlar sarkıtıp ırmağa inmekte ve akarsudan yararlanıp, ortadan yok olmaktadırlar. Birlikler, emirleri dinlemeyip, sarayın bulunduğu mahalleye sığınmışlardır. Antakya'nın yeni prensi, sarayın yangına verilmesini emreder; böylece sıkıştırılan askerler, kaleye dönmek zorunda kalırlar.

ANTAKYA DÜŞÜYOR

Sonunda Bohemond'un kışkırtmasıyla şahlanıyorlar. Yapılan hücum, ümitlerin fevkinde bir zafere ulaşıyor. Selçuklular ise büyük bir hataya düşmüş, kuşatmayı yarı bırakıp Haçlıların beyaz bayrak çekmesini beklemişlerdir. Böylece saldırıya geçen ordunun başında yürüyen Bohemond, hareketsiz bir düşmanla karşılaşmıştır. Kerboğa'nın çadırı bile ele geçiriliyor. Haçlılar böylece yiyeceğe kavuşuyorlar ve az sonra da kale teslim oluyor.
Doğuda bu dramatik olaylar cereyan ededursun, Basileus Alexis, İzmir ve Efes dolaylarında sürdürdüğü çetin savaşlardan sonra nihayet, kendine yol açıp, Antakya'ya doğru atılıyor. Yolda, kaçak Haçlılarla karşılaşıyor. Bunlar her şeyin mahvolduğunu, Haçlı ordusundan bir kendilerinin sağ kaldıklarını anlatıyorlar. Ama nasıl kurtulduklarını saklıyorlar elbet.
Basileus, şahitlerin bu ifadesi karşısında, onların gerçekten yenilip yok edildiklerine inanıyor ve yorgun düşen birliklerini toparlayıp, İstanbul'a dönüyor.
Haçlılar daha sonra Antakya'yı Bohemond'a bırakıp, Kudüs'e yürüyorlar. Bu yürüyüş başarılı olacak, Godefroy de Bouillon bir yıl sonra kral ilân edilecektir.
Buna rağmen Müslümanların gözünde en tehlikeli başbuğ Bohemond'dur. Çeşitli entrikalar dönmeye başlıyor, sonunda Bohemond'la Alexis birbirlerinin can düşmanı hâline geliyorlar.

ALEXIS'İN HİLESİ

Günün birinde Bohemond'un öldüğü ilân ediliyor. Cesedi, delikli bir tabuta konarak ülkesine doğru yola çıkarılıyor. Ancak tabutun içine bir de horoz leşi konmuştur. Bu hâl, düşman karasularından çıkıncaya kadar sürüyor.
Bohemond, tehlikeyi atlatır atlatmaz imparatora küstahça bir mektup göndererek, bütün Avrupa'yı aleyhinde birleştireceğini ve Bizans'ı da, tahtını da ele geçireceğini yazıyor. Tabuttaki horoz hikâyesini anlattıktan sonra, hem tiksinen, hem hayranlık duyan Anne Comnene bu davranışı, 'Bu Barbar'ın cüret edip ağzına al-dığ laf, palavracılığın şâhikasıdır' diye yazmaktadır.
Haçlıların en yüce kahramanı diye ün yapan Bohemond'u Avrupa, büyük bir coşkuyla karşılıyor. Bohemond, vaktiyle kurnazlık edip Kerboğa'nın çadırından alınan ganimetleri Avrupa'ya yollamıştı; şimdi de kurtarıcının tacından iki diken getirmiştir beraberinde. Nasıl elde etmiş olduğunu Allah bilir; XIX. yüzyılda hisse senetleri gibi, XII'nci yüzyılda da kutsal kalıntılar alışveriş metaı idiler. Bu şâhâne kabulden sonra Bohemond, parlak bir evlenme yapmanın zamanı geldi diye düşünüyor ve Fransa Kralı I. Philippe'in kızı Constance'la Chartres katedralinde evleniyorlar.
Hemen ardından, papanın da tasvibini alarak, yeni bir Haçlı ordusu kurup, Dalmaçya üzerine yürüyor. Ardından İstanbul'u kuşatıyor. Ama Bizans, eski Bizans değildir artık. Çok kuvvetlenmiştir. Bohemond'un yıllarca süren çalışmalarla meydana getirdiği kuşatma makineleri, Bizans'ın ateşi altında kül oluyor. Kazılan lâğımlara giren askerler, zehirli gazlarla öldürülüyorlar.
Bunun üzerine birtakım entrikalar çevirerek Alexis'in kendisinden barış istemesini sağlıyor. Ama yine de ona karşı şartlar ileri sürmekten geri durmuyor.
Alexis, onun dediklerini kabul ediyor ve barış antlaşması yapılıyor. Bu anlaşmaya göre koruyucu durumunda bulunacak olan Basileus'un tek ödevi "Vasal" ı olan Bohemond'a yılda ikiyüz altın vermektir. Ancak, teslim yeri Constantinopolis olacaktır, zira Alexis, Antakya tecrübesinden ders almıştır ve para gecikti diyerek Bohemond'un andını bozmasına meydan vermek istememektedir.

Buna karşılık Bohemond, vasal olması kabul edildiği takdirde, imparatorun ve oğlu Jean'ın hayatını, onurunu ve mülkünü korumayı kabûllenmelidir. Onların düşmanını kendi düşmanı sayacak; savaş ilân etmeleri veya barış imzalamaları hâlinde zaptettiği toprakları onlara teslim edecek, kaçakları ve esirleri iade edecek ve tek başına kimseyle sulh antlaşması yapmayacaktır.
Kaplan kral eski malikânesine kıyaslanmayacak kadar geniş arazilerde, şâhâne bir kafeste hapsedilmiştir.
Ne var ki, Bohemond çok geçmeden ölüyor ve antlaşma da hükümsüz kalıyor.

Öte yandan Bizans'taki korkunç entrikalar sürüp gitmekte, imparatora karşı suikastlar düzenlenmektedir. Nicephore Diogene, imparatora karşı üç suikast düzenliyor. Alexis, üçüncüsünden sonra adamın gözlerine mil çekilmesini emretmiş ve muazzam servetine de el konmuştu. Ama kısa zaman sonra bunları iade etmiş ve saraya girmesine izin vermişti. Ancak Diogene, malikânelerinden birine çekilmeyi tercih etti.

Alexis'in, aleyhine suikast düzenleyenlere karşı gösterdiği şefaat, aslında sağduyulu hesabın ve kaderciliğin karışımı bir histen ileri geliyordu. Hayatından yarı yarıya emin olmak için Büyük Constantin'in yaptığı gibi çevresindekileri öldürtmesi gerekirdi. Ama bu durumda, bir sülâleden bir kişi bile kurtulsa, o, kendisine amansız bir düşman olacaktı. Şefaat, hiç değilse suikastı körükleyen öteki duygulara öç almanın da eklenmesini önlemektedir.
Comnene'lerin sarayına hâkim olan kadercilik, mâruz bulundukları sürekli tehlikeye rağmen onlara bir umursamazlık vermekte ve bu sayede, boğucu kaygılardan ve zalim tedbirliliklerden uzak yaşamakta; böylece doğulu despotlardan çok farklı karakterde kişiler olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Ancak daha sonraları Basilissa, sefere çıkan imparatorla birlikte gidip geceleri yanı başında duracaktır, zira kampta geceler çok tehlikelidir. Anne ve kocası da bazen onlarla gitmektedirler, zira onlara güvenleri vardır.

ALEXIS'İN SONU

1118 yılının bir yaz günü Alexis hastalanıyor. Yapılan tedaviler netice vermiyor. Hasta imparatorun son anları yaklaştığı sırada, büyük oğlu Jean, babasının söylediği bazı şeyleri dinlermişçesine ona doğru eğiliyor ve imparatorun mühür diye kullandığı yüzüğü usulca parmağından çıkarıp alıyor. O anda İrene kocasının yanına sokuluyor ve kulağına Jean'ın iktidarın sembolünü çaldığını söylüyor ve babasının ölmesini bile beklemeyen o nâlâyık evlâda ne yapmak gerektiğini soruyor. Alexis, kolunu kapıya doğru uzatıyor, ama yüzündeki ifade öyle esrarengiz ki, bu jestin bir lanetleme mi, bir takdir mi olduğu belli olmuyor. Baba -oğul önceden anlaşmışlar mıydı? Alexis çevresini alan yakınlarının öfkeli ve gücenik itirazlarını duymuyor ve dualar mırıldana mırıldana ölüyor.

Jean, hemen partizanlarını toplayıp Kutsal Saray'a koşuyor. Ama muhafızlar mühürle yetinmeyip, yazılı delil istiyorlar. O esnada Kutsal Saray'ın kapıları açılıyor. Tanrı'nın bir işareti mi? Girmesine izin veriyorlar ve Jean, Basiİeusluğun senbolü kırmızı çizmeleri giyindikten sonra, sâdık bendeleriyle olayların izleyeceği seyri bekliyor.
Böylece I. Haçlı seferlerini ve Bizans'ın önde gelen simalarından biri tarih sahnesinden silinmiş olmaktadır.
Bizans sarayında artık Güzel Jean devri başlamıştır.

Papanın Ve Roma'nın Önünde Yer Öptüğü Türk Hakanı: Büyük Hun İmparatoru Attila
Yazı dizimizin ilk günkü takdiminde 1500 yıllık bitmeyen kin ve intikam arzularından bahsetmiştik. Dizimizi takip eden okuyucularımız bu konunun miladını da açıklığa kavuşturmamızı istediler. Şimdi Attilâ'nın, İtalya seferi ve papa ile olan savaşları vermek istiyoruz. Daha sonra da papalık kurumunun bütün melânetini ortaya koyacak açıklamalara sıra gelecek.

ATTİLÂ'NIN FİZİK ve RUH YAPISI

Kısa bir boy, geniş bir gövde, büyük bir baş, seyrek bir sakal, esmer bir ten, keskin bakışlı bir çift göz.. Tarih, bütün Batıya korku salan ve düşmanlarını dize getirip Türk adını Avrupa'da yıllarca şerefle gezdiren Attilâ'yı bize böyle tanıtıyor.
Attilâ, dünyanın büyük imparatorluklarından birisini kurmuş bir Türk hükümdarıdır. Bu başarıyı, hayatının büyük kısmını kavga meydanlarında geçirerek elde etmiştir. Onun kurduğu, Avrupa'nın büyük parçasını içine alan bu imparatorluk, Türklerin anayurt dışı devletlerinin en önemlilerinden birisidir,
Attilâ, Kun Türklerindendir. Bu suretle Kunlar, milletimizi tarihte ilk defa birleştiren Mete'den ve Türk birliği yolunda şehit düşen Çiçi'den sonra, Attilâ ile, üçüncü bir kahraman daha vermişlerdir. Bu yeni kahraman, Türk ordularını Paris'e kadar yürütmek ve İtalya yarımadasında dolaştırmak suretiyle, Türk tarihine yeni şanlar kazandırmıştır.
Attilâ'nın Avrupa'ya yaptığı akınlar, cihan tarihinin en büyük olaylarındandır. Bu akınlarla Türk adı, Avrupa ufuklarında bir kasırga gibi dolaşmış ve Attilâ ordularının saçtığı dehşet sonucunda, Avrupalı milletler, Tanrıdan korkar gibi Türk adından da korkar olmuşlardır.
442 tarihinde Bizans üzerine yürüyüp Trakya'yı çiğneyen ve düşmanlarını barış yaparak haraç vermeye mecbur bırakan Attilâ'nın en büyük akınlarından birisi, Batı seferidir. Attilâ, bu seferi 451'de yapmıştır. Avrupa'yı yerinden oynatan bu seferde, Kun hükümdarı, eline geçirdiği yerlerin askerlerini de atarak, büyük bir kuvvetle ilerlemiş ve Paris yakınlarına kadar ulaşmıştır. Attilâ'nın bir çığ hızı ile ilerleyen ordusunu durdurabilmek için, Avrupa, birleşmek ve bütün kuvvetlerini bu selin önüne atmak zorunda kalmıştır.

Tarihin bu ünlü savaşını yapan iki ordu, Paris yakınlarındaki Şalon'da karşı karşıya geldikleri zaman, Atilâ'nın buyruğunda savaşçı Kunlardan başka Ostrogotlarla zaptedilmiş diğer ülkelerin askerleri yer almış bulunuyordu. Batılılar ise Roma ve Vizigot ordularına katılan diğer kavimlerin askerleriyle bütün maddi güçlerini bir araya getirmiş olarak savaş alanına yürümüşlerdi.
Türklerle Romalıları ve yardımcılarını göğüs göğüse çarpıştıran bu savaş çok kanlı oldu. Attilâ, buyruğundaki yabancıların büyük bir varlık gösteremedikleri savaşta, kendi Kunları ile Romalıların üzerine yürüyerek kanlı bir boğuşmadan sonra onları geri attı ve duruma hakim oldu. Savaş akşama kadar sürdü.İki taraf da büyük kayıplar verdiler. Bu kayıplar, gerek Romalılarla yardımcılarını ve gerekse Kunları yeniden saldırmaktan alıkoydu. Ve Got Kralı savaş yerinden çekilip gidince Attilâ da geri döndü.
Attillâ, sonuç alınamayan, fakat bütün Avrupa'yı dehşet içinde bırakan bu savaştan az sonra, Roma üzerine yürüdü. Kun hükümdarı, Romalıların savaştaki beceriksizliklerini biliyordu. Şalon'da yenilmemiş, fakat yenememişti de.. Bir Türk kumandanı için düşmanını savaşta tepeleyememek başarısızlıktı. Attilâ, bu başarısızlığın öcünü, düşmanlarından almak İsliyordu.
Bu sefer hesabı tam görmek isteği ile Attilâ, ordularını İtalya'ya sürdü. Ve hiçbir engele rastlamadan Roma'nın Aquila şehrine kadar geldi. Burada sert bir çarpışma oldu. Attilâ, ordularını İtalya'ya sürdü. Ve hiçbir engele rastlamadan Roma'nın Aquila şehrine kadar geldi. Burada sert bir çarpışma oldu. Attilâ, korunma durumu pek elverişli olan şehri, kalenin duvarları altına yığdırdığı eğerlere ateş verdirerek onları zayıflattıktan sonra, bir saldırışla ele geçirdi.
Aquila'nın düşmesi, Roma şehirlerinin kapılarını Türklere açmalarına sebep oldu. Artık Attilâ, Roma topraklarında askerî yürüyüş yapar gibi ilerliyordu.
Roma, Türk ordularının önünde duramayacağını anlamıştı. Bizans'ın yaptığı gibi, Türk gücü önünde dize gelmekten başka çare yoktu. Roma'yı Kun ordularının ayağı altında çiğnemekten ancak bu kurtarabilirdi.
Romalılar, bu son çareye başvurarak, ordularının başında ilerlemekte olan Attilâ'ya bir heyet gönderdiler. Papanın başkanlık yapmakta olduğu bu heyet, Türk hükümdarlarından, Roma'nın bağışlanmasını dileyecekti.
Mağrur Paşa, Attilâ'nın yanına varınca, karşısına törenlerde giyilen muhteşem elbisesi ile çıkmış ve Roma'nın ricasını bu şekilde bildirmiştir. Attilâ, Roma'nın ve büyün Hıristiyanlığın ayağına kadar gelen bu en büyük adamına çok iyi muamele etmiş ve düşmanlarının ricalarını kabul ederek, vergi verilmesi şartı ile, ordularını geri çekmeye razı olmuştur.
İşte bu harekettir ki, Roma'yı istilâdan kurtarmıştır. Fakat yine bu hareket Roma tarihine hem siyasî, hem de askerî bir bozgun geçirmiştir.
İtalya seferi, Attilâ'nın son savaşıdır. Bu büyük Türk kahramanı, son zaferinden bir yıl kadar sonra ölmüş ve Avrupa bu suretle geniş bir nefes alabilmiştir.
Attilâ'nın ölümü, büyük bir olay oldu. Avrupa'yı kafasının üstünde sallanan bir topuzdan kurtaran bu ölüm Türkler arasında büyük yas yarattı. Attilâ'nın ölüsü içiçe geçirilmiş üç tabuta kondu. Bunlardan birincisi altın, ikincisi gümüş, üçüncüsü demirdi. Bu ölüm, askerleri ve halkı saçlarını yolarak ağlatmış, en seçme ve yiğit atlılar büyük hükümdarın ölüsü etrafında savaş oyunları oynamışlardır. Gömülme işi de geceleyin gizlice yapılmıştır.
Attilâ, Türk soyunun baş kahramanlarından birisidir. Avrupa'yı bir sel gibi kaplayan orduları ile Doğu ve Batı Roma'yı haraca bağlamış, birçok şehirler zaptetmiş, bu suretle Türk'ün savaş gücünü dünyaya bir kere de o tanıtmıştır. Düşmanları için o kadar sert ve amansız olan bu büyük savaşçı, kendi milletine karşı çok yumuşak ve kibirsiz yaşamıştır. Kun tarihinin bu son büyük kahramanı, bu özellikleri ile de milletimiz için en güzel örneklerden birisidir.

Attilâ kimdir?

Attilâ 395'e doğru Tuna kıyılarında doğdu. 453'te öldü. Türk soyundan olan Hunların en büyük hükümdarı; Avrupa'nın büyük bir kısmını fethetti, Roma'ya ve Bizans'a baş eğdirdi.
Attilâ, Hun devletinin kurucusu olan babası Muncuk'un sağlığında, çocukluğunun bir kısmını Roma'da barış rehinesi olarak geçirdi. Bu sayede Romalıların dilini, siyasî ve askerî teşkilâtını, kendi ulusu hakkındaki düşüncelerini öğrendi. 442'de babasının ölümü üzerine, Macaristan'da yerleşmiş bulunan Avrupa Hunlarının başına geçti. Tasarladığı dünya imparatorluğunu gerçekleştirmek için Bizans'ı ve Batı Roma İmparatorluğu'nu ortadan kaldırmaya karar verdi. Önce Bizans topraklarına akın üstüne akın düzenledi ve Bizans İmparatorunu haraca bağladı. 451'de 700 bin kişilik bir orduyla Galya'ya girdi. Avrupa milletleri Hun tehlikesine karşı birleştiler. Yapılan savaş kesin bir sonuç vermeyince, Attilâ ertesi yıl Roma üzerine yürüdü ve aman dileyen imparatoru haraca bağladı. Müstebit, fakat âdil ve iyiliksever bir hükümdardı.

Papalığın kuruluşu ve devlet oluşunun sürecini de verelim. Gerçi bu konuda pek çok eser vardır. Ama Türkçemizde ilmî ve objektif bir araştırma bulunmamaktadır. Konu ile ilgili rahmetli Nahid Sırrı'nın bir araştırmasında şu icmali buluyoruz:

'...Dünyanın en ufak devleti olup Roma'da bir büyük saraydan; Vatikan sarayı ile müştemilâtından ve muazzam Sen Piyer Kilisesi'nden, şehir içinde ikinci bir kilise ile Roma civarındaki sayfiyelerden birinde bir şatodan mürekkep bulunan papalık devletiyle aramızda daimî siyasi münasebetler tesis edilmesi, karşılıklı elçiler bulundurulması 1950 yıllarından sonradır. Ondan önce de papalık makamıyla aramızda siyasi hiçbir münasebet bulunmamış olduğu söylenemez. Nitekim 1909'da, Sultan Mehmet Reşat İkinci Abdülhamid'e halef olduğu zaman, cülûsu haber vermek üzere her tarafa heyetler giderken Roma'da keyfiyeti İtalya Kralına bildiren Gazi Ahmet Muhtar Paşa heyetinden ayrıca papaya iblağ için diğer bir heyet yollanmış, bu heyete de devrin teşrifat nazırı Galip Paşa başkanlık etmişti.

Papanın İstanbul'da bir mümessili olup Katoliklerin dinî işleriyle meşgul bulunmaktadır. Ve Türkiye vatandaşları arasında bir miktar da Katolik olduğundan Türkiye Cumhuriyeti ile papalık devleti arasında karşılıklı sefirler yoksa da temas sebepleri mevcuttur ve temaslar vardır. Fakat biz bu yazıda Türkiye'nin papalık makamıyla siyasi münasebetleri hakkında bir tarihçe kaleme alacak değiliz, bu sebeple bu hususta sözü uzatmayarak asıl konumuza girelim, yani papalık makamının ve devletinin mahiyeti bahsine geçelim.

Papalığın kaynağı

Bu makam, Hıristiyanlık dininin en uzak mazisine ulaşmaktadır ve karanlıklar İçinden yavaş yavaş sıyrılarak asırlar boyunca türlü inkılâplara göğüs germiş, meselâ 1077 de aforozladığı Almanya hükümdarını yalınayak İtalya'ya getirtip kapısında bekletecek kadar kudretli müthiş , fakat bazen de isyan etmiş kütleler karşısında İtalya'dan kaçarak 1309'dan 1377 ye kadar Fransa güneyindeki Avinyon kasabasını mekân ittihaz etmeye mecbur olmuş, hele Fransız ihtilâlinden itibaren yarım asır içinde üç kere öteye beriye sığınmaya mahkûm kalmıştır.

Hazreti İsa'nın en yakını ve akidelerinin yayıcısı olan Sen Piyer'den itibaren Hıristiyan dininin daima bir reisi olmuştur ve bu reislerin birçoğunun çehreleri veya isimleri üzerinde ittifak hâsıl olmamakla beraber 431 den itibaren aydınlık artmaktadır. O tarihte Efes'teki büyük dinî toplantılarda Roma'nın Hıristiyanlığa merkez olması ve Roma'daki başpapazın "papa" unvanına sahip olması kabul edilir. İmparatorlar Roma'yı terk etmiş bulunduklarından papaların kudretleri artacak ve Hıristiyan ananelerine göre Türk hakanı Attilâyı Roma'ya girmekten de o devrin Papa'sı menedecektir. Şarlman imparatorluğunun yıkılmasından sonra da papalık makamı İtalya'da cismani bir devlet haline girer, Roma, payıtahtı olmak şartiyle hatırı sayılacak bir büyüklüğe eriştiği zamanlar olur. Fransız ihtilaline kadar da Avinyon'la etrafına sahip bulunmakta devam eder.
Ortodoksluğun ve Protestanlığın inkişafları Katolik dini için ağır darbeler teşkil etmekle beraber, cismani hükümetin büyüyüp küçülmesi ayrı bir seyir takip etmektedir. Osmanlı şehzadesi Cem'i zehirlemekte itham edilen ve türlü cinayet ve ahlâksızlığıyla meşhur Papa Borjiya'nın, yahut papa olduktan sonra aldığı isim ve unvanla hükümetin kaderi bakımından bilhassa mühimdir, zira bu papanın oğlu Sezar komşularıyla yaptığı muharebelerle papalık memleketine birçok arazi kazandırmış, Mediçi hanedanına mensub olan Papa onuncu Leon devri de güzel sanatların himayesi bakımından tarihin en mühim ve en mutlu devrelerinden birini teşkil etmiştir.
Fransız ihtilâlini papalığın cismani hükümetin indirilmiş katî darbe olarak kabul etmek lâzımdır. Papa o kızıl ihtilâlin çocuğu ve varisi olan Korsikalı askere bizzat taç giydirmeyi kabul ederek Paris'e kadar geldiği ve artık yerinde katiyen yerleşmeyi umduğu halde gene kendisine yaranamamış ve Roma bir Fransız vilâyeti haline getirilerek İsa'nın vekili Fransa'da bir sarayda hapsedilmiştir. Napolyon'un düşmesiyle Avrupa haritası yeniden çizildiği vakit papalık devleti tekrar kurulmakla beraber 1848'de bir daha ortadan kalkacak, Roma'ya az sonra dönülmekle beraber İtalya birliği hareketi büyüdükçe papalık hükümeti ufalıp artık şehirle civarına özel kalacaktır. Büsbütün silinip süpürülmemesini temin eden şey de Fransa İmparatoru Üçüncü Napolyon'un karısı Öjeni'nin pek dindar olduğu için papalık makamını İtalyan vatanseverliğine karşı Roma'da bir kuvvet bulundurup koruması ve genç İtalya'nın bu kuvvetle çarpışmaya cüret etmemesidir. Netekim, 1870 Prusya- Fransa savaşı çıkıp, Fransa'da imparatorluk rejimi yıkılır yıkılmaz, İtalya kırallığı Roma üzerine yürümüş, Roma'yı ele geçirip İtalya'nın payıtahtı ilân ettiği sırada da papa Vatikan sarayına kapanarak kendini mahpus ilân etmiştir.
Bu hal, 1870'den İtalya hükümetiyle papalık makamı arasında 1929'da Latran Anlaşması denilen anlaşma aktedilinceye kadar, elli dokuz sene, sürecektir. Bu müddet esnasında papa seçilmiş olanlar artık dışarı ayak atmamışlar ve büyük dinî törenler için saraylarına bitişik olan Sen Piyer kilisesine çıkmakla beraber eskiden olduğu gibi bu kilisenin dış balkonunda görünüp o muazzam meydanı dolduran halkı ufuklara baka baka takdis etmemişlerdir.
Bu ananeyi ancak Latran Muahedesinde sonra işbu muahede Mussolini kadar kendi de etkili olan Papa Onbirinci Pi ihya edip balkondan dört tarafa takdis işareti yapmış ve bir iki kere Vatikan'dan dışarı çıkıp yazlarını da Roma civarındaki şatoda geçirmiştir.

Papalık devleti

Latran Muahedesi hükümleri gereğince papalık Roma'nın İtalya'ya aidolmasını kabul ediyor, buna mukabil İtalya da papalığın tamamıyla müstakil bir devlet olduğunu tasdik ediyor, Vatikan sarayı ile Sen Piyer kilisesini, diğer bir kilise ile şehir dışında bir şatoyu bu devletin sahibi sayıyor, aynı zamanda Vatikan bahçelerine bâzı ilâveler yapıyor, içine bir demiryolu sokup bütün dünya ile doğrudan doğruya münasebette bunulunulması için bir istasyon kurulmasına razı oluyor, papanın, mülkünde suç işleyenleri kendi hapishanesinde yatırmasını da kabul ediyordu. Kaldı ki 1870'le bu muahedenin tasdiki arasında geçen zaman içinde de İtalya hükümeti papalığa karşı daima yumuşak ve hürmetkâr davranmaya itina göstermemiş değildi. İtalya kırallığı nüfusunun azîm ekseriyeti Katolik ve mutaasıp olduğu gibi papanın bir sarayına yerleşmiş bulunan sofu kıral ve hanedanı da papayı fazla gücendirdikleri takdirde cehenneme gideceklerini müdriktiler.

Kendisinin bağımsız bir devlet hükümdarı şeklinde hareket ederek sefirler yollaması, sefirler kabul etmesine ses çıkarılmıyordu ve bu sefirlerle görüşen papaların cismani hükümeti iade etmek sevdasından uzak olmadıkları da bilinmiyor değildi. Filhakika 1870'de papalık mevkiinde bulunan Dokuzuncu Pi, onu takip edip uzun bir müddet papalık eden ve bütün dünya Katolikleri üzerinde pek büyük bir nüfuz kazanan Onüçüncü Leon, hattâ Birinci Dünya Savaşı sırasında papa bulunan Onbeşinci Benuva bu cismani hükümet isteğiyle yanan zatlar idiler ve İtalya'nın Roma'yı alışını affedemiyerek kendilerini mahpus ilân etmekte o kadar şiddetli davranıyorlardı ki, hiçbir Katolik hükümdarı İtalya kırlarını Roma'da ziyaret etmeye cesaret edemiyordu. Hattâ Katolik olmayan devletler de Roma'da kapı komşusu denecek halde yaşayan bu iki devletle temas için daima ayrı kimseler ve heyetler bulundurmayı usul haline getirdikleri içindir ki, makalemizin başında söylediğimiz veçhile Sultan Reşad'ın cülûsunu tebliğ için Osmanlı İmparatorluğu Roma'ya biri kırala ve bir de papaya mahsus olmak üzere iki heyet yollamıştı.

Papaların ihtirası

Yakın mazi böyle olduğuna göre İkinci Dünya Savaşının nihayetinde İtalya'nın mağlûp bir devlet halinde silâhlarını bırakması ve rejim değiştirmesi sıralarında papalık makamının vaziyetten faydalanmaya teşebbüs edip Roma ile civarında eski cismani hükümetini kurmaya teşebbüs edeceğine pek muhtemel, hattâ muhakkak gözüyle bakanlar çok olmuştur. Hakikaten de, papalık makamında faraza 13. Leon mizacında bir zat bulunmuş olsaydı, neşredilmiş eski vesaike bakıp böyle bir teşebbüs mutlaka vukua gelirdi, diye düşünmek caizdir. Fakat Latran Antlaşmasını akdetmiş olan Papa 11. Pi'nin eski devlet nazırı ve halefi bulunan sonraki Papa 12. Pi, 3 yüz milyonu aşan Katolikler üzerindeki pek geniş ve derin nüfuzunun idamesi için İtalya birliğini baltalamak pahasına birkaç milyonluk bir küçük devletin cismani hükümdarlığı dâvasını gütmenin çocukça bir hareket olacağını, Hıristiyan dinî akideleriyle idare edilecek bir memlekette siyasî buhranların bitmek bilmeyerek bunun da papalığın bütün dünya katolikleri üzerindeki nüfuzunu pek haklı olarak sarsacağını düşünüp böyle bir emele asla iltifat etmemiş ve İtalyanlar üzerindeki derin tesir ve hâkimiyetini ancak rejimin sola fazla kaymamasını teminde harcamıştır. Bunu yaparken insanî zaaflara düşmedi mi, yani papalığı 1870'de Vatikan sarayına kapatmış olan kral hanedanının da devrilmesine karşı lâkayt kalmadı mı, bunu tâyin güçtür.
Papalık hükümetinin mazi ve hali hakkındaki bu pek kısa malûmata papaların şahıs ve mevkileri hakkında bâzı izahatı da ilâve edelim.

Hazreti İsa'nın vekili sıfatıyla kendilerine Katoliklerin kutsi bir mahiyet ve sıfat verdikleri papalar bu itibarla Katolik dinine mensup hükümdarların da mafevkidirler (- üstündedirler).

Huzurlarında diz çökülüp konuşulur ve ayakları öpülür. İçlerinde Birinci Dünya Savaşına kadar papalık etmiş ve bizim kazaskerlerimizden Mahmut Esat Efendi isimli zatı da kabul edip dostça görüşmüş olan 10. Pi gibi mütevazı ve babayanileri varsa da meselâ 13. Leon bu ananeye katiyen riayet ettirir ve huzuruna çıkanları, hele sevmediklerini, âdeta perişan edermiş. Fakat kendilerine en müstebit hükümdarlardan fazla tazim gösterilen ve merasimde göz kamaştırıcı bir debdebe ve ihtişam içinde görünen papaların buna mukabil hususi hayatlarının mutlak bir sadelik, hattâ fakir görünümü arzettiği de mâlumdur. Papalar ufak ve gayet mütevazı bir yatakta yatarlar, yatak odaları her türlü ziynetten uzak olup yataklarını da bizzat kendileri yaparmış. Özel hayatında mutlak bir sadelik hüküm süren papanın en ağır hastalığında dahi kadın akrabasının, hemşireleri dahil, yanında kalmaları yasak olduğunu da ilâve etmek lâzım. Diğer taraftan papaların makamlarından feragat etmeye de hakları olmadığını söylersek bu harikûlade debdebe ve iki dünyaya, hiç değilse bunama getirdikleri de varid olamaz (bir istidrat açıp ilâve etmeli ki, son yıllarda pek ihtiyar papalar bulunmasına ve az önce zikrettiğimiz 12. Pi'nin sekseni ve 13. Leon'un doksanı geçmiş olarak ölmelerine rağmen kendilerinde bunama alâmetleri görüldüğü de kimse tarafından söylenmemiştir. Son iki papanın da oldukça yaşlı olarak öldüklerini kaydedelim).

Papalık ölümle sona erer

Velhasıl papalık makamında inhilâl, ancak ve ancak papanın ölümüyle meydana gelir ve yeni papa rahiplik derecelerinin en yükseğini teşkil edip kilise prensi unvanını almış bulunan kardinallerin toplanarak içlerinden birini seçmeleriyle Sen Piyer tahtına çıkar.
Kardinaller her millete mensup olduklarından ve bütün kardinallerde papa olmak hakkı aynı derecede mevcut bulunduğundan papanın şu veya bu millete mensup olması icap eder diye bir kayıt yoktur ve papalar arasında çeşitli ırklara mensup bulunanlar olmuştur; fakat birkaç asırdan beri sürüp giden gelenek, papaların daima İtalyan kardinaller arasından seçilmesi yolundadır. Şimdiki papa Alman asıllı olduğu gibi bir evvelki papa da Polonya asıllı idi.

Yeni papanın seçilişi de gene asırlardan beri meydana gelmekle beraber daha eski zamanlarda kardinaller İtalya'nın başka yarlerinde de toplanmışlardır ve bu toplantıların birinde kardinaller iki yıl aralarından birini seçemeyip türlü entrikalar içinde zamanlar geçtiğinden, toplandıkları yerin kapıları kilitlenmiş, bu da kâr etmemekle, nihayet dam kaldırılıp, kardinaller, yağmur ve kara maruz bırakılmışlardı. Bu geleneğin bir devamı olarak papa için meclis kuracak kardinaller dünyanın dört tarafından gelip toplanınca, kendileri Vatikan sarayının bir dairesinde âdeta hapsedilir. Seçim uzadığı takdirde yiyeceklerinin azaltıla azaltıla yedinci günü kuru ekmekle suya bırakılmaları da usulden olmakla beraber, buna hacet kaldığı vaki olmayıp seçimler artık toplantı gününde neticelenmektedir.

Papa olmak için

Bir kardinal üzerinde kesin ekseriyet meydana gelince kendisi bir koltuğa oturtulup seçilmesini istemiş ve istememiş olan, taraftarı ve can düşmanı olan kardinaller tebriklerini arzettikleri sırada hükümdarlarını ağzından öperlermiş ki yetmişlik, seksenlik ve en gençleri elliyi aşkın adamlar arasındaki bu öpüşme sahnesinin sıhhat kadar estetiğe de ne derecelerde uygun bulunduğunu incelemeye lüzum yoktur. Aynı zamanda yeni papanın artık soy ismini ebediyen terk ederek eski papalardan birinin adını seçmesi icap ettiğinden, bu keyfiyet kendisinden sorulur, ismin de alınışını müteakip kendisine papalara özel beyaz elbise giydirilerek kendisi fevkâlade bir debdebe ve ihtişam ile sedyeye bindirilir, kıyafeti asırlarca evvel Mikelanj tarafından tespit edilmiş papalık askerinin omuzları üzerindeki bir sedye ile Sen Piyer kilisesine giderek bütün koridorlarda ve kilise mermerleri üzerinde yerlere diz çökmüş Hıristiyanları ilk defa takdis eyler.

Papalık devletinin kurucusu

Latran Muahedesinden biri de 1870'ten beri terk edilmiş gelenek ihya edildiğinden, bu takdis için son papa kilisenin balkonuna çıkıp takdisini o balkondan dünyanın beş kıtasındaki milyonlara yollanmış, kaldı ki bu bahiste fennin son keşiflerinden faydalanmayı ihmal etmeyerek Vatikan'ın özel televizyon ve radyo istasyonunu da kullanmıştır.

Ömürlerini papalık tarihini yazmaya vakfetmiş bilginler bile Sen Piyer'den bugüne kadar papalık makamını işgal edenlerin sayıları üzerinde ittifak edememişlerdir. İlk zamanlar dediğimiz gibi karanlıklar içindedir ve daha sonraki asırlarda da iki rahibin taraftarlar temin edip ayrı yerlerde kendilerini papa intihap ettirmeleri ve hâlâ hangisinin haklı ve hangisinin sahtekâr olduğunun kestirilemeyişi gibi bir durum mevcuttur. Genellikle sayıları 270 etrafında dolaşan bu papaların hemen hemen üçte ikisi de -bir tanesi de bizim Defteri Hakani Nazırı ve hukuk hocası Kazasker Mahmut Esat Efendi ile sohbet eden Onuncu Pi olmak üzere- kilisece resmen evliya olarak kabul edilmişlerdir. Buna karşılık aralarında mesela adı geçen Borjiya gibi bin bir ahlâksızlık, entrika ve günah bakımından en berbat kimselere taş çıkartabilecek olanları da görülmemiş, duyulmamış, yazılmamış değildir.

Kadın papa olur mu?

Bir kadının kendisini pek eski tarihlerde papa seçtirmeye muvaffaz olup keyfiyetin ancak bir müddet sonra anlaşılmış olduğu hakkındaki rivayet ise sadece bir efsaneden ibarettir.
Papaların milliyetleri gibi seçilirken sahip olmaları gereken yaş hakkında da bir kayıt yoktur, fakat kardinalliğe erişmek ancak uzun seneler sonucunda mümkün olabildiği gibi, papalar da ancak kardinallerin en nüfuzluları arasından seçildikleri yönünden Sen Piyer tahtını yüzyıllardan beri işgal eden rahipler arasında ihtiyar olmadan papa seçileni olmaz. 19397dan beri papa bulunan Papa Onikinci Pi'nin ancak altmış yaşlarında iken papa seçilmesi de müstesna bir zekâ, irade ve bilgiyi nefsinde cemetmiş bulunmasından ve selefinin zamanında devlet bakanlığı ederken bu vasıfları herkese tasdik ettirmekle temin ettiği fevkalâde bir şöhretten ileri geldiği ilan edilmiştir...'

Papaların zehirledikleri

Yukarıdan beri papalık kurumunun kuruluşunu ve işlevini oldukça objektif kalarak özetlemeye çalıştık. Ancak Türk devletlerine ve İslâm ülkelerine karşı uyguladıkları dış siyaset ve entrikalar insanlık tarihinin yüzkızartıcı olayları arasında oldukça geniş yer işgal eder. Bu kurumun başında bulunanlar daima kuvvet karşısında - Attilâ olayında olduğu gibi - boyun eğerler. Güçlü gördükleri İslâm ve Türk devletlerini etkisiz kılmak için başlarına bin bir mesele sararlar. Olmadığı takdirde onlara Hıristiyan olmaları telkin edilir. Fatih Sultan Mehmet'e ve Cem Sultan'a böyle yapılmıştır. Bunda da muvaffak olamadıkları durumda onları ortadan kaldırmanın yolunu aramışlar ve bulmuşlardır. Fatih Sultan Mehmet ve oğlu Cem, papalar tarafından Hıristiyan olmaya davet edilmişler, gördükleri sert tepki ve red karşısında hayatlarını kaybetmişlerdir. Bilindiği gibi Fatih ve oğlu Cem, papalık tarafından çeşitli entrikalar sonucunda bu suçlarından(!) dolayı zehirlenerek öldürülmüşlerdir
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.muziginodaklanmayeri.azbuz.com
 
Haçlı Seferinin Sona Ermesi 1270
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Bilgi Forum :: Kültür & Sanat & Tarih :: Tarih-
Buraya geçin: